İmâmiyye, nass ve tayin merkezli bir imamet nazariyesi inşa etmekte ve imamın dinî ve dünyevî bütün yetkileri kendisinde toplayan kişi olduğunu kabul etmektedir. İmâmın yetkileri arasında ḥadleri uygulamak, zekât ve ḫumusu toplamak, adaleti sağlamak ve cihad ilan etmek gibi dinî, sosyal ve siyasî görevler bulunmaktadır. İmâma ait bu görevlerin yerine getirilebilmesi için bizzat imamın veya nâibinin işin başında olması gerekir. İmâmla irtibatın tamamen kesildiği gaybet-i kübrâ’nın (329/941---) başlamasıyla İmâmiyye taraftarları, imamın varlığıyla irtibatlandırılan bu görev ve yetkilerin yerine getirilip getirilemeyeceği meselesinde bir belirsizlik yaşamışlardır. Şiî ulemâ, bu kargaşa ortamında oluşan boşluğu doldurmak ve toplum içerisindeki muhtemel dağılmaları önlemek amacıyla faaliyet alanlarını genişleterek imamın görevlerini üstlenmeye başlamışlardır. Başlangıç itibariyle dinî alanla sınırlı olan bu yetki devrinin kapsamı, süreç içerisinde tedrîcen genişletilmiştir. Uzun bir zamanı kapsayan bu yetki devrinin belirli dönemler halinde ele alınması gerekir. Bu çalışmada konu, hicrî beşinci asırda yaşayan âlimler ekseninde ele alınmaktadır. Makalede Şeyḫ Müfîd sonrası dönemde Uṣûlî düşüncenin sistemleşmesinde pay sahibi olan âlimlerin, fakîhin otoritesinin genişletilmesi veya daraltılması problemi bağlamında imamın yetkileri dâhilindeki konuları nasıl ele aldığı ortaya konulmaktadır. Özet: Hz. Peygamber’den sonra Müslümanların siyaseten farklılaşmalarına yol açan imâmet/ḫilafet meselesinde İmâmiyye, nass ve tayini esas alan bir imâmet nazariyesi inşa etmektedir. Bu nazariye’ye göre nass ve tayin dışında ismet, ilim, şecaat, efdâliyet gibi şahsî niteliklerin bulunması gereken imamlar, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in neslinden gelen dokuz kişidir. Hz. Peygamber’den sonra onun yerine geçen imam, dinî ve siyasî bütün yetkilerin kendisinde toplanan kişidir. İmâmın görevleri arasında ḥadleri uygulamak, zekât ve ḫumusu toplamak, adaleti sağlamak ve cihad ilan etmek gibi görevler bulunmaktadır. İmâmiyye’ye göre bu görev ve yetkilerin yerine getirilebilmesi için toplum üzerinde mutlak otorite sahibi imâmın veya onun tarafından atanan kişinin bizzat işin başında olması gerekir. On ikinci imâmın gâib olduğunu ve bir gün dönerek yeryüzünde adaleti yeniden tesis edeceğini kabul eden İmâmiyye taraftarları, gaybet döneminde itikâdi meseleler yanı sıra bizzat imâmın varlığı ile irtibatlandırılan konuların çözümünde çeşitli sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldılar. Özellikle de imâmla irtibatın tamamen kesildiği gaybet-i kübrâ (329/941---) döneminde İmâmiyye mensupları, imâmın varlığıyla irtibatlandırılan görevlerin yerine getirilmesinde bir belirsizlik yaşadı. Mezhep mensuplarının belirsizlik ve kaos yaşamalarındaki muhtemel sebep, gaybet döneminde imâma ait görev ve yetkilerin nasıl yerine getirileceğine dair bir haberin olmamasıdır. Her ne kadar ḫumus özelinde ifade etmiş olsa da Şeyḫ Müfîd bu hususa dikkat çekmektedir. Şiî ulemâ, bu belirsizlik ortamında oluşan boşluğu doldurmak ve toplum içerisindeki muhtemel dağılmaları önlemek amacıyla ön plana çıkmışlardır. Onlar, on ikinci imâmdan gelen bir tevḳi‘ye atıfta bulunarak toplum üzerindeki etkinlik alanlarını genişletmişler ve imâmın yokluğunda ona ait görevlerin kendileri tarafından yerine getirilebileceğini iddia etmektedirler. Başlangıç itibariyle dinî alanla sınırlı olan bu yetki devrinin kapsamı, bazı âlimlerim katkılarıyla tedrîcen genişletildi. “Velâyet-i fakîh” teorisinin uygulanmasıyla da en geniş boyuta ulaştı. Günümüze kadar devam eden bu uzun zaman diliminde Şerîf el-Murtażâ ve öğrencilerin yaşadığı dönem, günümüze kadar devam eden bu sürecin başlangıç dönemi olarak nitelendirilmesi mümkündür. Şerîf el-Murtażâ ve öğrencilerinin yaşadığı hicrî beşinci asırda, imâma ait yetkilerin ulemâ tarafından üstlenilmesi daha çok dinî alanla sınırlıdır. Bu makalede Şeyḫ Müfîd sonrası dönemde Uṣûlî düşüncenin sistemleşmesinde pay sahibi olan âlimlerin imâmın yetkileri arasındaki konuları nasıl ele aldıkları ve ne ölçüde İmâmî fakîhe referans gösterdikleri ortaya konulmaktadır. İmâma ait yetkilerin kullanımında Şerîf el-Murtażâ ve öğrencileri, bazen ihtiyatlı ve temkinli bir tavır sergilemişlerdir. Bununla birlikte onlar, gaybet döneminde ortaya çıkan belirsizliğin ortadan kaldırılmasında fakîhin rolüne işaret etmektedirler. Nitekim gaybet döneminde imâmın yetkileri arasındaki ḫumusun toplanıp dağıtılmasında Şeyḫ Ṭûsî ve Ḳâḍî İbnü’l-Berrâc, önemli katkılar sunmuşlardır. Ancak daha da önemli bir adım, Sellâr ed-Deylemî tarafından atılmıştır. O, gaybet döneminde ḫumusu bir lütuf olarak kabul etmekte ve imâmın paylarını da kapsayacak şekilde onun kullanımına müsaade etmektedir. Zekât konusunda ise onlar, daha açık ifadelerle fakîhin konumuna işaret eden görüşler ileri sürmektedirler. Hatta İbnü’l-Berrâc, imâm ve nâibinin olmadığında verilecek yerleri daha iyi bildikleri gerekçesiyle zekâtı fakîhlere vermenin vâcib olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla onlar, imâmın ve nâibinin olmadığı veya ona ulaşma imkânın bulunmadığı durumlarda, zekâtın toplanıp dağıtılmasında fakîhi adres göstererek daha erken bir dönemde bir çözüm üretmişlerdir. İmâmın toplum üzerindeki en etkin görevlerinden birisi olan Cuma namazı meselesinde ise Şerîf el-Murtażâ ve öğrencileri, imâmın veya onun tayin ettiği kişinin bulunmasını cumanın sıhhat şartları arasında saymışlardır. el-Ḥalebî bu şarta ilave olarak gerekli şartları taşıyan bir kişinin olmasını da cumanın sıhhat şartı olduğunu kabul etmektedir. el-Ḥalebî’nin bu açılımı, hem gaybet döneminde Cuma namazı ile ilgili karşılaşılan problemin çözümüne hem de imâmın dinî ve siyasî yetkisinin fakîh tarafından devralınmasına önemli bir katkıdır. Bununla birlikte Şerîf el-Murtażâ’nın bir diğer öğrencisi Sellâr, gerekli şartlar oluştuğunda fakîhin Cuma namazını kıldırabileceği görüşüne karşı çıkmaktadır. Sellar’ın bu yaklaşımı mezhep içerisinde gaybet döneminde Cuma namazı kılmanın haram olduğu şeklindeki görüşlere zemin hazırladığı söylenebilir. Gaybet döneminde ḥadlerin uygulanması konusunda ise Şerîf el-Murtażâ ve öğrencileri, genel olarak ihtiyatlı bir tutum sergilemektedirler. Onlar, insanlara ḥad cezalarının uygulanabilmesi için imâmın mevcut olması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bununla birlikte gaybet döneminde ḥadlerin uygulanmasıyla ilgili belirsizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik en önemli adım, Şeyh Tûsî tarafından atılmıştır. O, imâmların Şiî fakîhlerine cezâ hukukunu uygulamaya izin verdiklerini söylemektedir. Bu konuya ilave olarak Şiî ulemânın tartıştığı bir diğer konu da gaybet döneminde mevcut yönetimlerde görev almak zorunda kalan bir kişinin bu cezaları uygulayıp uygulayamayacağıdır. Şerîf el-Murtażâ, bu problemin çözümüne yönelik Mes’ele fi’l-‘amel me‘a’s-sulṭân başlıklı bir risâle kaleme almıştır. O, mevcut yönetimlerde görev üstlenmenin niteliğini, kişinin icra edeceği fiil ve üstlendiği sorumluluğu yerine getirip getiremeyeceğine göre sınıflandırmıştır. Şerîf el-Murtażâ’nın öğrencileri de mevcut siyasî otoritelerde görev alma konusunda hocalarının uzlaşmacı tutumunu devam ettirmişlerdir. Son tahlilde imâma ait görevlerin nasıl ve kimler tarafından yerine getirileceği probleminin çözümünde Şerîf el-Murtażâ ve öğrencilerinin katkıları, daha sonraki dönemlerde fakîhin otoritesinin pekişmesine ve nihâi olarak bir fakîhin imâmın siyasî yetkilerini de kullanabilecek konuma gelmesine zemin hazırlamıştır. Hatta Şerîf el-Murtażâ’nın mevcut yönetimlerde görev üstlenme konusundaki açılımı, daha sonraki dönemlerde otoritelerle ilişki kurmak isteyen ulemâ için bir çıkış yolu olmuştur.