I. Elfâzın Atf ve Rabtı: Eserin bu bölümü bağlaçların anlatımıyla başlamaktadır. Kelimeleri veya cümleleri birbirine bağlama ve bunun için kullanılan bağlaçlar. Aralarında toplayıcı yön (cihet-i cami'â) bulunan terimlerin bir hükümde birleştirilmesi veya hükümlerin bir kavrama isnadı, bağlaç gruplarını meydana getirmesidir.(s.101-121) Ahmed Cevdet Paşa bu konuyu `harf-ı atf olarak bilinen `ve` bağlacıyla ele almaktadır. Kelime ve cümlelerin birbirlerine nasıl bağlandıklarını kendine ait olan örneklerle açıkladıktan sonra, `atfu'l kıssa ale'l kıssa` olarak adlandırılan bir kaç kelamdan oluşan bir fıkrayı diğer bir fıkraya bağlama konusuna örnek olarak `Kısas-ı Enbiyâ` daki Kur'an'ın icaz, üslup ve belagatına işaret eden sözlerine yer vermektedir: `Filvaki Kur'an-ı Kerim ne kelam-ı manzumdur ve ne de kelam-ı mensurdur; iki kısmın haricinde bir kelam-ı latiftir ve serapa fasih ve beliğdir. Ve cümle ayât-ı kerime belagatça bir derecede olmayıp bazısının bazısına nisbetle belagatça derecesi daha a'ladır; fakat cümlesi mu'cizdir, yani mislini vücuda getirmekten insan acizdir.`. İcaz ve İtnâb: Kasdolunan manayı, bilinen ibarelerden az olan bir ibare ile eda eylemek icaz; daha çok aynı zamanda uzun ibarelerle eda eylemek de itnabdır. Ayrıca kasdolunan mananın ne çok ve ne de az olmamak üzere lafızlarla denk biçimde anlatılmasına `müsavat` denir. Lafız veya ibarenin kasdolunan manayı edada yetersiz kalması ise `ihlal` adını alır. A. Cevdet Paşa, icazı `icaz-ı kasr` ve `icaz-ı hazf' bölümlerine ayırdıktan sonra `Kısasta hayat vardır.` ayrtinden yola çıkarak konuya şu örneği vermektedir: `İnsanın ne vakit katil olursa katlolunacağını bilmesi, katle cesaret etmemesine badi olur. Bu cihetle pek çok kimseler katilden kurtulur ve katilin katli onların mucib-i hayatı olur.` (s.118)IB - İKİNCİ BAB: Bu bab kasdolunan manayı değişik yollarla ifade beyanında olup, bir mukaddime ile beş fasıldan meydana gelmiştir. 1. Mukaddime: A.Cevdet Paşa bu bölümde `hakikat` kavramını tarif ettikten sonra; müşterek, menkûl, mürtecel kinaye, mecaz, mecaz-i aklî, isti'are, mecaz-ı mürsel ve teşbîh gibi kavramları tarif ederek `Ulema-yı beyâniyye bunda müttefiklerdir ki, mecaz ve kinaye hakikatten ve isti'are teşbihten eblağdır (s.125) hükmünü vermek suretiyle mukaddimeyi bağlamaktadır, (s.123-125) 2- Mecaz-ı Akif: Bir fiilin, hakkı olan mülabisine (fail) değil de başka bir mülabisine (meful, sebep, zaman ve mekan) a isnad edilmesidir. Mesela mütedeyyin bir kimse: ` Bahar mevsimi otları bitirdi.` dediğinde mecez-ı akli olur. Çünkü onun nezdinde gerçekte otları bitiren Allah (c.c) dır. Fakat bu sözü bir ateist söylemiş olsa mecaz olmayıp gerçek olur. Çünkü ona göre bitkileri Allah değil, tabiattaki tesadüfler yeşertmektedir. 3. Mecaz-ı Mürsel: (mecaz-ı lügavî de denir) Kelimenin hakiki manasını kasd etmeğe engel bir karine bulunması halinde, hakiki manası ile mecazi manası arasında `benzerlik` alakasından başka bir alakanın mevcut olması demektir. Müşabehetin dışında Osmanlı Türkçesinde meşhur olan alakalar şunlardır: `illiyyet`, `mazhariyyet`, `hulül`, `sebebiyyet`, `cüz'iyyef, `umumiyyet`, `mutlakiyyet`, `kevniyyet` ve `evveliyyet` dir. a. İlliyyet: Hakikat manasının mecaz manasına alet olmasıdır. Kelimeleri söylemeye alet olması dolayısıyla lügate (dil) denilmesi gibi. b. Mazhariyyet: Hakiki mananın mecazi manaya mahali-i zuhur olmasıdır. Kuvvet ve kudret elden zuhur etmesi dolayısıyla `El elden üstündür.` Atasözünde olduğu gibi kudrete `el` denmesi gibi. c. Hulul: Hakikat ve mecaz manalarından birinin ötekine mahal olmasıdır. `Mangalı yak.` denilip içindeki kömürün kasd edilmesi gibi. Ve `Bu ateşi öteki odaya götür.` denilir. Yani zikr-i hal irade-i mahall tarikiyle `içinde ateş olan mangal` kasd edilir.d. Sebebiyyet: Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine sebep olmasıdır. `Bereket yağıyor.` Cümlesinde sebep olan bereketin zikr edilip müsebbep olan yağmurun kasd edilmesi gibi. e. Cüz'iyyet: Hakikat ve mecaz manalarından birinin diğerinin cüz'ü olmasıdır. `Tırnağımı kestim.` Denilerek bütün tırnakların kasd edilmesi gibi. f. Umumiyyet: Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin diğerinden daha umumi olmasıdır. Umuma delalet eden `hayvan` kelimesiyle hususu gösteren `at` in kasd edilmesi gibi. g. Kevniyyet: Bir şeye eski halinin ismini vermektir. `Yetimlere mallarını veriniz ki sinn-i rüşde baliğ oldular.` Denilerek, `Yetim olan yiğitlere itam sandıklarında mahfuz olan mallarını veriniz.` Anlamı kasd edilir. ı. Evveliyyet: Bir şeyi sonra alacağı isimle zikr etmektir. `Kömürü yak!` yerine `Ateşi yak!` denilmesi gibi. Bu alakalar bazen müşabehetle bir araya gelir. O zaman lafız bir cihetiyle mecaz-ı mürsel ve diğer cihetiyle de isti'are olur. (s. 128-1 32) 4.Teşbih: Bir veya bir kaç vasıfta fazla ihtisas ve bağlantısı bulunan bir şeye başka bir şeyin o vasıftaki ortaklık ve benzerliğini ortaya koymaktır. Bu iki şey, benzetmenin iki tarafıdır ki, biri müşebbeh (benzeyen) diğeri de müşebbehün-bih (kendisine benzetilen) dir. İkisinin ortak oldukları duruma vech-i şebeh (benzetme yönü) denir. Bu durumda teşbihin dört hükmü vardır: a. Müşebbeh (benzeyen) b. Müşebbehün bih (kendisine benzetilen) c. Vech-i şebeh (benzeme ve benzetme yönü) d. Edat-ı teşbih (benzetme edatı) Türk dilinde benzetme vasıtası, `gibi` edatıdır, bazen benzetme makamında `sanki` ve `güya` gibi lafızlar da kullanılır.Aynı zamanda tarafeyn (müşebbehün bih) ile benzetme edatının ibarede yer almaları veyahut düşmeleri; vech-i şebehteki ortaklık ölçüleri, vech-i şebehin bir veya birkaç yönden olması gibi edebi ifade şekilleri de vardır: `teşbih-i cem`, `teşbih-i mufassal`, `teşbih-i mücmel (teşbih-i mucez)`, `teşbih-i beliğ (teşbih-i müekked)`, `teşbih-i maklub`, `teşbih-i melfuf, `teşbih-i mefruk` gibi. Cevdet Paşa, teşbih konularını izah ederken manzum örneklerin yanı sıra mensur örnekler de vermiştir. Örneğin iki askeri fırkanın çatışması sırasında toz duman içinde inip kalkan kılıçlarını, gece karanlığında ard arda akan yıldızlara benzetir: `Yerden kalkup da başlarımızın üzerinde tekasüf eden toz içinde kılıçlarımızın parlayışı, geceleyin ard arda birbiri üzerine düşen yıldızların görünüşü gibi idi.` Yine müfredi mürekkebe teşbih konusunda verdiği şu örnek: `Rüzgar ile aşağı yukarı temayül eden kırmızı şakayık (dağ lalesi) zebercedden yapılmış kargılar üzerine açılmış yakuttan bayraklara benzer.` (s. 132-146) 5. İsti'are: Bir şeyi gerçek anlamı dışında, çeşitli yönlerden benzediği başka bir şeyin adıyla anmaktır. Cevdet Paşa, istiareyi şu şekilde açıklamaktadır: `Müşabehet alakasıyla ve karine-i mania dolayısıyla, mânâ-yı mevzuun-lehin gayride müstamel olan lafızdır.` Eserde, `isti'are` konusuna giren, `müfred`, `mürekkeb`, musarrah (açık)`, `mekni (kapalı)`, `asli` ve `tebe'i`, `mutlak`, `mücerred`, `müreşşeh`, `tahyil`, `temsil`, `mübtezel`, `garib` gibi isti'are çeşitleri izah edilmektedir. (s.146-153) 6.Kinaye: Lügatde tasrihin zıddıdır. Yani bir fikri kapalı söylemektir. Ilm-i beyanda ise `Hem hakikat hem de mecaz manası anlaşılabilen lafızdır.` O lafza `mekniyyün-bih` delalet ettiği manaya da `mekniyyün- anh`denir. Kinayenin, `ta'riz`, `telvih`, `remz`, `ima` ve `işaret` gibi kısımları açıklanarak bu bölüme son verilir, (s.153-155) Ahmed Cevdet Paşa, beyan ilminde ağırlığı `teşbih` konularına vermiştir. İsti'are hakkında 4 beyitlik örnek verirken, `kinaye` ile ilgili olarak da iki ayrı mısra ve tek bir beyti örnek göstermiştir. Halbuki `teşbih` hususunda örnek olarak 32 beyit sunmuştur. 831. ÜÇÜNCÜ BAB: Edebî sanatlar hakkındadır.Edebî sanatlar, fesahat ve belagat şartlarını taşıyan bir sözün zinet ve güzelliği demek olarak başta iki kısma ayrılır: a- Mânâya ait olan güzellikler, b- Lafza ait olan güzellikler. Edebî sanatlara dahil bazı ele alındığı bir fasıl ile `tarih düşürme sanatı` ve diğer bir faslın babın sonuna ilave edilmesiyle belagatın bu üçüncü babı 4 fasıldan meydana gelmiştir. 1. Birinci fasıl: Mânâya ait güzellikler izah edilmiştir. Burada, `tıbak`, `müra'at-i nazir`, `müşakele`, `aks`, `rücu`, `cem`, `tefrik`, `leff ü neşr`, `mezheb-i kelam`, `hüsn-i ta'lil`, `mübalağa`, `tecahül-i arif, `idmac`, `tevcih` gibi sanatlar işlenmiştir. 2. İkinci fasıl: Bu fasılda lafzi güzellikler ele alınmıştır, `cinas`, `muvazene`, `seci`, `teşdid` gibi sanatlar açıklanmaktadır. 3. Üçüncü fasıl: Bu fasılda açıklanan hususlar şunlardır: `elgaz`, `ta'miye`, `telmih`, `mülemma`, `iktibas`, `tazmin` 4. Dördüncü fasıl: Tarih düşürme sanatına dairdir. Tarih, Arap harfleriyle yazılmış olmak kaydıyla, bir olayın oluş yılını ebced hesabıyla gösteren şiirdir. Bu yolda yapılan sanata da `tarih düşürmek` denir. Tarihler genellikle `kıt'a` nazım biçimiyle yazılır. Bir beyit, mısra, kısa ölçülü bir söz ya da tek bir kelime ile de tarih düşürülebilir. Arap alfabesinin, her birinin ayrı ayrı olmak üzere 1'den 1000'e kadar sayı değerleri vardır. Buna `ebced hesabı` denir. Eskilerde mevcut olmayan `tarih sanatı` daha sonra bir olaya tarih olmak üzere bir kelime veya bir ibare bulmak, edipler arasında adet halini almıştır. Bir yerin fethi, bir zaferin kazanılması, padişahların tahta çıkmaları, ünlü bir kişinin ölümü, ibadethane ve benzeri sanat eserlerinin açılması konularında edipler genelde ebced hesabıyla tarih düşürmüşlerdir. Mesela Hicri 803 senesinde Timur'un Sivas'ı tahrib ettiğine `harab` kelimesi; Hicri 858 senesinde Fatih'in İstanbul'u fethettiğine `beldetün tayyibetün` ibaresi; Fatih'in Hicri 878'de Uzun Hasan'a galebesine `Ve yensurekellahu nasren aziza` ayeti tarih olmuştur.Ahmed Cevdet Paşa'ya göre başlarda mensur olarak tarih aranıp bulunurken, Hicri 850 senesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından inşa edilen bir camiye, o devrin meşhur alimi Kaside-i Nuniye sahibi Hızır Bey'in: Cami'un zide umru men ammereh (Bir camii ki, onu inşa edenin ömrü uzun ola.) Mısraı ile tarih düşürmesi, daha sonra gelen şairler arasında manzum tarih bulma hevesini başlatmıştır, (s.158) Mesela İstanbul'un fetih tarihi ile ilgili olarak söylenen şu mısrada olduğu gibi. Ehl-i din İstanbul'u aldı cidal ü cengile Hicri 1000 tarihinden sonra manzum tarih düşürme sanatı haylice gelişmiştir. Adanalı Süruri bu yolda üstad-ı kül olmuş. Asrında Sümbülzade Vehbi gibi şiirde ondan daha mahir ve Hace Münib Efendi gibi edib ve mütebahhir daha nice zevat varken, tarih düşürme san'atında hiç kimse ona akran olamamıştır. Süruri'nin de çok beğendiği; Senin sinnin Süruri geldi kırka mısraı incelendiğinde Hicri 1205'te Süruri'nin 40 yaşına vasıl olduğu ebced hesabıyla çıkar. Yine Hicri 1213 senesinde kahveden tövbe ettiğine dair söylediği mısraı dahi bu kabildendir, (s. 157-203) Kahveden kıldı Süruri tevbe IV ¦ HATİME: Ahmet Cevdet Paşa, eserin son bölümünde; sözün başta ortada ve sonda nasıl olması gerektiği hususunda şöyle der: ` Üç makamda; yani ibtida, tahallus ve intiha'da sözün fesahatına pek ziyade dikkat ve itina olunmalıdır.` (s.203) 141