Search

The main purpose of root canal treatment is cleaning and shaping of root canal system and to prevent tooth re-infection by providing 3-dimensional obturation. The tooth must be re-treated in cases which primary root canal treatment was failure. This retreatment can be endodontically performed before surgical procedures. Retreatment is defined as repeating the treatment of the same disease by the same or an alternative method after the first treatment.The success of retreatment depends on the completely removal of previous filling materials from the root canals, reshaping, cleaning and filling of the canals. Many factors can cause failure of root canal obturation such as inappropriate canal preparation, absence of canals, incmplete or over of root canal filling, making mistakes during placement of post, insufficient isolation, perforations, instrument fractures, and improper restoration of tooth. Because of increasing mechanical difficulties and changing of microbial contents in the canal, retreatment of a tooth which had an unsuccessful previous therapy is a challenging treatment approach. For this reason, challenging of treatment should not be ignored, prognosis should be well evaluated and retreatment should be performed by specialists. Nowadays, the most commonly used root canal filling material is gutta-percha. In the past, hand tools and solvents were used to remove of gutta-percha, but with the advancement of technology and the development of new materials, the use of nickel-titanium rotary file systems and additional systems has become widespread. A more effective and faster treatment prosedure can be applied by using rotary instrument systems and additional systems which specially produced for use in retreatment. The purpose of this article is to review materials used for root canal retreatment, to examine the effectiveness of rotary instrument systems, and to provide information about the effectiveness of current root canal retreatment systems., Kök kanal tedavisinin temel amacı, kök kanal sistemini temizlemek, şekillendirmek ve dişin tekrar enfeksiyonunu önlemek için 3 boyutlu doldurma sağlamaktır. Primer kök kanal tedavisinin başarısız olduğu durumlarda dişin yeniden tedavi edilmesi gerekir. Bu yeniden tedavi, cerrahi yöntemlerden önce endodontik olarak gerçekleştirilebilir. Tedavinin yenilenmesi, aynı hastalığın ilk tedavisinden sonra aynı yöntem veya alternatif bir yöntem ile tedavisi olarak tanımlanır. Kök kanal tedavisi yenilenmesinin başarısı önceki dolgu maddelerinin kök kanallarından tamamen uzaklaştırılmasına, kök kanalların yeniden şekillendirilmesine, temizlenmesine ve doldurulmasına bağlıdır. Uygun yapılmayan kök kanal preparasyonu, kanalların bulunamaması, eksik veya taşkın kök kanal dolgusu, post yerleştirilmesi sırasında yapılan hatalar, yetersiz izolasyon, perforasyonlar, alet kırıkları, dişin doğru restore edilmemesi gibi birçok faktör kök kanal dolgusunun başarısız olmasına sebep olabilir. Artan mekanik zorluklar ve kanaldaki mikrobiyal içeriklerin değişmesi nedeniyle önceki kök kanal tedavisi başarısız olan bir dişin yeniden tedavisi zorlu bir tedavi yaklaşımıdır. Bu sebeple kök kanal tedavisi yenilenmesinin zorlu bir tedavi yaklaşımı olduğu göz ardı edilmemeli, prognoz iyi değerlendirilmeli ve kök kanal tedavisi yenilenmesi uzman kişilerce yapılmalıdır. Günümüzde en sık kullanılan kök kanal dolgu maddesi güta-perkadır. Geçmişte kök kanal tedavisi yenilenmesi sırasında el aletleri ve çözücüler kullanılırken, teknolojinin ilerlemesi ve yeni materyallerin geliştirilmesiyle nikel titanyum döner alet sistemleri ve ilave sistemlerin kullanımı da yaygınlaşmıştır. Kök kanal tedavisi yenilenmesinde kullanılmak üzere özel üretilmiş döner alet sistemleri ve ilave sistemlerden faydalanılarak daha etkili ve hızlı bir tedavi uygulanabilmektedir. Bu makalenin amacı, kök kanal tedavisi yenilenmesi sırasında kullanılan materyalleri gözden geçirmek, döner alet sistemlerinin etkinliklerini incelemek ve güncel kök kanal tedavisi yenileme sistemlerinin etkinlikleri hakkında bilgi vermektedir.

Meckel’s diverticulum is the most common congenital anomaly of the gastrointestinal tract. It is originated from nonclosure of omphalomesenteric tube between 5-7th intrauterine week. Most cases of Meckel’s diverticulum are asymptomatic. This pathologic lesion could lead to intestinal obstruction and bleeding, life threatening and can cause acute abdomen which necessitates surgery during childhood. Meckel’s diverticulum and its complications do not have specific clinical and radiological findings. In this case report, the newly developed Doppler ultrasonography technique in an 11-month-old boy with intestinal obstruction findings and diagnosed with Meckel's diverticulum will be presented the microflow imaging findings and by reviewing the literature on Meckel's diverticulum., Son yıllarda differansiye tiroid kanseri görülme Meckel divertikülü gastrointestinal sistemin en sık görülen doğumsal anomalisidir. Omfalomezenterik kanalın intrauterin 5-7. haftada kapanmaması sonucunda oluşmaktadır. Çocukluk çağında sıklıkla bağırsak tıkanıklığı ve kanama tablosuyla karşımıza çıkan, yaşamı tehdit edici komplikasyonlara neden olabilen ve bazen akut karın nedeniyle ameliyat edilen bir patolojidir. Semptomatik Meckel divertikülü tanısında sıklıkla güçlük yaşanmaktadır. Meckel divertikülü ve buna bağlı komplikasyonlar radyolojik ve klinik olarak spesifik bulgulara sahip değillerdir. Bu olgu sunumunda intestinal obstrüksiyon bulguları olan ve Meckel divertikülü tanısı alan 11 aylık erkek çocukta yeni geliştirilen Doppler ultrasonografi tekniği mikroakım görüntüleme bulguları ile Meckel divertikülü literatür gözden geçirilerek sunulacaktır.

Traumatic neuromas are lesions considered as tumor-like secondary hyperplasia, not true neoplasms.Traumatic neuromas seen in the biliary system developas a late complication of cholecystectomy in the cysticduct stump, and patients generally present to the clinicwith jaundice due to stricture or obstruction. They mayoccur several months to 40 years after cholecystectomy.Although neurinoma of the biliary tract has beenreported very rarely before, it seems useful to emphasizeit as a diagnosis. This lesion is an unusual causeof benign strictures of the biliary tract and may causedifficulties in diagnosis.We aimed to present a 28-yearoldjaundice case in the light of the literature.Biliarystenosis was detected in the examinations but couldnot be distinguished from malignancy. Post-operativecholedochal pathology was reported as a neuroma., Travmatik nöromlar, gerçek neoplazmlar olmayıp tümörbenzeri sekonder hiperplazi olarak kabul edilenlezyonlardır. Bilier sistemde görülen travmatik nöromalarsistik duktus güdüğünde kolesistektominin geçkomplikasyonu olarak gelişir ve hastalar geneldestriktür yada obstrüksiyona bağlı sarılık nedeni ile kliniğebaşvurur. Kolesistektomiden birkaç ay ile 40 yılsonra ortaya çıkabilirler. Bilier traktın nörinomu dahaönce çok nadir olarak bildirilmiş olsa da, tanı olarakvurgulanması faydalı görünmektedir. Bu lezyon, safrayollarının benign darlıklarının olağan dışı bir nedeniolup, tanıda zorluklara neden olabilir. Biz de 28 yaşındasarılıkla başvuran, tetkiklerinde bilier darlık saptananancak malignite ayrımı yapılamayan, operasyonsonrası koledok patolojisi nörinom olarak raporlananolguyu literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.

Consumption of bee products has increased significantly due to the their therapeutic and antiviral activity. Moreover it could offer nutrition improvement and reducing the risk of developing serious infectious diseases. Pollen is a bee product which used especially in the nutrition of adult, old and larval honeybees to meet their needs such as protein, vitamins and minerals. Depending on the botanical and geographical origins, bee pollen can be included different composition. Additionally, the protein content and composition of bee pollen are the major protein source of honeybees pollen. Although, the functional properties of bee pollen which have generally used in apitherapy, pharmaceutical industry, food industry, beekeeping, animal feed, cosmetic industry and pollination studies, the functional properties of bee pollen proteins have not been clearly revealed yet. Moreover, the using of bee pollen proteins as a functional food, it depends on physical, chemical, nutritional and technofunctional properties of its. In the literature, bee pollen proteins and their tecnofunctional using has not determined with all details yet. Therefore, in this review provides to determine the functional properties of bee pollen proteins and an overview opportunities for their use in various applications., Bal ve arı ürünlerinden biri olan polen arılar için önemli besin kaynaklarındandır. Polen özellikle ergin, yaşlı ve larva dönemindeki arıların beslenmesinde protein, vitamin ve mineral madde gibi ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılmaktadır. Polen içerisindeki protein oranı ile arıların beslenmesinde temel protein ihtiyacını karşıladığı için kovana yeterli düzeyde alınmalı ve uygun şartlarda depolanmalıdır. Arı poleni insan sağlığı için besleyici ve terapötik özelliklere sahiptir. Apiterapide, ilaç sanayinde, gıda endüstrisinde, arı yetiştiriciliğinde, hayvan yemi olarak, kozmetik sanayinde ve polinasyon çalışmaları gibi geniş bir kullanıma sahip arı poleninin fonksiyonel etkileri henüz tam olarak bilinememektedir. Arı poleninin teknik açıdan fonksiyonel gıda maddesi olarak olası kullanımı, fiziksel, kimyasal ve teknofonksiyonel özelliklerinin bilinmesine bağlıdır. Ancak arı polenlerinin çeşitli alanlarda kullanımında bu etkileri gözardı edilmektedir. Bunun nedeni arı polenlerinin toplandığı mevsim ve bölgeye bağlı olarak protein içeriğinin değişmesi ve bu değişimin polen proteinlerinin fonksiyonel özellikleri üzerine etkilerinin net şekilde ortaya konmamasıdır. Bu derleme ile literatür bilgileri ışığında, arı poleni proteinleri ve sahip oldukları fonksiyonel özelliklere temel oluşturulmuş ve daha fazla araştırma yapılmasına dikkat çekilmesi hedeflenmiştir.

Amaç: Gürültülü ortamlar, tıpkı yetişkinler gibi çocukların da günlük yaşamının bir parçasıdır. İşitme kaybı olan ve işitme cihazı takan çocuklar, normal işiten yaşıtlarına göre gürültünün olumsuz etkilerine daha hassastır. Bu çalışmanın amacı işitme cihazı kullanan çocukların gürültüde konuşmayı anlama performanslarının değerlendirilmesi ve normal işiten yaşıtlarıyla karşılaştırılmasıdır.Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 6-12 yaşları arasında, bilateral ortadan ileri dereceye kadar simetrik sensörinöral işitme kaybı olan ve bilateral kulak arkası işitme cihazı kullanan 5 çocuk dahil edilmiştir. Türkçe HINT-C’nin 4 farklı koşulu uygulanmış ve her koşul için bir konuşmayı anlama eşiği (KAE) belirlenmiştir.Bulgular: İşitme cihazı kullanan çocukların, yaşlarından bağımsız olarak normal işiten yaşıtlarıyla eşit performansa ulaşabilmek için ihtiyaç duydukları SGO, tüm test koşulları için daha yüksek bulunmuştur. Genel olarak normal işiten çocuklarda da görüldüğü gibi işitme kayıplı çocukların ortalama Gön skoru, ortalama Gsağ ve Gsol skorlarından daha yüksek elde edilmiştir. Sonuç: Bu araştırmanın sonuçları bilateral simetrik ortadan ileri dereceye kadar işitme kaybı olan çocukların normal işiten yaşıtlarına kıyasla, sınıf ortamına benzer ortamlarda daha kötü konuşmayı anlama skorları elde ettiklerini ortaya koymuştur. Sonuçlarımız, uygun rehabilitasyon ve takipler için yol gösterici olmuştur., Objective: Noisy environments are a part of the daily life of children, just like adults. Children with hearing loss who wear hearing aids are more susceptible to the negative effects of noise than their normal-hearing peers. This study aims to evaluate the speech recognition in noise performance of hearing aid users and compare them with their normal-hearing peers.Material and Method: Five children aged 6-12 years with bilateral moderate to severe symmetrical sensorineural hearing loss and using bilateral behind-the-ear hearing aids were included in the study. 4 different conditions of the Turkish HINT-C were applied, and a speech recognition threshold (SRT) is determined for each condition.Results: Regardless of their age, the SRT needed by children with hearing aids to achieve equal performance with their normal-hearing peers was found to be higher for all test conditions. As seen in children with normal hearing in general, the mean noise front score of the children with hearing loss was higher than the mean noise right and noise left scores.Conclusion: The results of this study revealed that children with bilaterally symmetrical moderate to severe hearing loss achieved poor speech recognition scores in environments similar to the classroom environment, compared to their normal-hearing peers. Our results guided appropriate rehabilitation and follow-up.

In this study, an algorithm that demonstrates the behavior of blocks which can be seen with increasing jitter in myasthenia gravis patient recordings was developed. The transmission in neuromuscular junction occurs from nerve axon towards muscle fiber. Myasthenia is a post-synaptic disease that disturbs transmission. It damages the acetylcholine receptors at muscle fiber side. It may cause weakness in several body parts. Jitter measurement is done by using “single fiber or concentric electrode” for diagnosis of disease. Recordings are done under voluntarily contraction or with stimulated method. From 5 myasthenia patients 100 signals were recorded under voluntarily contraction. Recordings are subjected to some operations at first for making them processable. In jitter measurement, the first peak is hold and the amount of variability of the second peak from its previous location is observed. The blocked signals can be shown to electrophysiology expert with developed algorithm. The algorithm has abilities like detecting consecutive blocks, calculating jitter value and the range of the variance between potentials. In patient recordings, it is detected that second peak usually becomes distant from first peak after block. It is foreseen that this new algorithm will reveal a behavior model in jitter measurement of different neuromuscular diseases., Bu çalışmada miyasteni gravis hastalarından alınan kayıtlarda artan jitter ile karşılaşılan blokların davranışını gösteren bir algoritma geliştirilmiştir. Nöromüsküler kavşakta iletim sinir hücresinin aksonundan kas lifine doğru olur. Miyasteni hastalığı, iletimi aksatan post-sinaptik bir hastalıktır. Kas lifi tarafında bulunan asetilkolin alıcılarına zarar verir. Vücudun çeşitli yerlerinde güçsüzlüğe sebep olabilir. Hastalığın tanısında “tek lif elektrodu veya konsantrik elektrot” kullanılarak jitter ölçümü yapılır. Bu ölçüm için kayıtlar istemli kası altında veya uyartım metoduyla yapılır. Beş miyasteni hastasından istemli kası altında her seferinde 100’er adet kayıt alınmıştır. EMG cihazından alınan kayıtlar öncelikle işlenebilir hale getirilebilmek için bazı işlemlere tabi tutulmuştur. Jitter ölçümünde hesap için kullanılan iki pikten birincisi sabit tutulurken, değişinti gösteren ikinci pikin bir önceki konumuna göre değişiklik miktarı gözlemlenir. Bloğa uğrayan sinyaller geliştirilen algoritma ile elektrofizyoloji uzmanına sunulabilmektedir. Algoritma aynı zamanda ardışık blokları da tespit etmek, jitter değerini ve potansiyeller arası değişimin menzilini hesaplamak gibi hünerlere sahiptir. Hastalardan alınan kayıtlarda genellikle blok sonrası ikinci pikin birinci pikten uzaklaştığı tespit edilmiştir. Bu yeni algoritmanın farklı nöromüsküler hastalıkların jitter ölçümlerinde bir davranış modeli ortaya koyacağı öngörülmüştür.

Purpose: Increasing day by day, cancer is a serious global health problem of our age and lung cancer is the most common cancer in the total number of cancers worldwide. Angiogenesis plays an important role in the development and metastasis of tumors. It has been shown that microvessel density (MY) calculated with different endothelial markers is associated with poor prognosis and advanced stage in some tumors and from there it is suggested that metastasis can be predicted. In our study, we aimed to detect MY immunohistochemically with endoglin, CD31 and VEGFR2 in non-small cell lung cancers (KHDAK), correlate it with serum endoglin level and compare our results with the progression of lung tumors.Materials and methods: In our study, the expression of endoglin (CD105), CD31, VEGFR2 from angiogenic factors was examined immunohistochemically in a total of 72 lung tissues, 36 of which were squamous cell carcinomas (SHK) and 36 were adenocarcinomas. Endoglin level was determined by Elisa method from blood taken from 26 volunteers and 26 healthy volunteers diagnosed with primary lung cancer. Results: We observed that endoglin has a greater affinity for activated endothelial cells. Both tumor types showed nonspecific CD31 staining, and MY was difficult to determine. On VEGFR2 stained sections, diffuse positivity was detected in the vessel walls inside and outside the tumor. It was found that the blood endoglin level was not statistically significant between the KHDAK and the control group. Immunohistochemically, there was no difference statistically significant between endoglin, CD31 and VEGFR2 expression and survival. Conclusions: As a result of our study, we think that immunohistochemically specific stained endoglin in KHDAK may be a better marker in the evaluation of angiogenesis in patients with both SHK and adenocarcinoma types., Amaç: Gün geçtikçe artmakta olan kanser çağımızın ciddi küresel sağlık sorunudur ve akciğer kanseri tüm dünyada toplam kanser sayısı içerisinde en sık görülen kanserdir. Tümörlerin gelişiminde ve metastazında anjiogenez önemli bir rol oynamaktadır. Farklı endotel belirteçleri ile hesaplanan mikrodamar yoğunluğunun (MY) bazı tümörlerde kötü prognoz ve ileri evre ile ilişkili olduğu gösterilmiştir ve buradan hareketle metastazı öngörebileceği ileri sürülmüştür. Çalışmamızda, küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde (KHDAK) MY’yi immünohistokimyasal olarak endoglin, CD31 ve VEGFR2 ile tespit edip, serum endoglin seviyesi ile ilişkilendirerek sonuçlarımızı akciğer tümörlerinin progresyonu ile karşılaştırmayı amaçladık.Gereç ve yöntem: Çalışmamızda 36 skuamöz hücreli karsinom (SHK) ve 36 adenokarsinom olmak üzere toplam 72 akciğer dokusunda anjiogenik faktörlerden endoglin (CD105), CD31, VEGFR2’nin ekspresyonu immünohistokimyasal olarak incelendi. Primer akciğer kanseri tanısı alan gönüllü 26 kişinin ve 26 sağlıklı gönüllüden alınan serumlarda endoglin seviyesi Elisa yöntemi ile tespit edildi. Bulgular: Endoglinin aktive edilmiş endotelyal hücreleri için daha büyük bir afiniteye sahip olduğunu gözledik. Her iki tümör tipinde CD31 nonspesifik boyanma göstermiş MY daha zor tespit edilmiştir. VEGFR2 boyalı kesitlerde tümör içinde ve dışındaki damar duvarlarında yaygın pozitiflik saptandı. Serum endoglin seviyesinin KHDAK hastaları ile kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı olmadığı tespit edildi. İmmünohistokimyasal olarak endoglin, CD31 ve VEGFR2 ekspresyonu ile sağkalım arasında istatistiksel olarak anlamlılık mevcut değildi.Sonuç: Çalışmamız sonucunda KHDAK’de immünohistokimyasal olarak spesifik boyanan endoglinin SHK ve adenokarsinom tipli hastalarda anjiogenezin değerlendirilmesinde daha iyi bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz.

Amaç: Bu çalışmanın amacı, kulak kalıbı kanal uzunluğunun, tüm frekanslarda işitsel kazanca olan etkisinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntemler: 18-25 yaş aralığında olan 24 katılımcının kulak izleri dış kulak yolunun 2. boğumuna uzanacak şekilde alınmıştır. Daha sonra, alınan kulak izleri, her bir katılımcı için; 2. boğum, 1. ile 2. boğum arası ve 1. boğum olmak üzere 3 farklı kanal uzunluğunda standart sert kalıp olarak işlenmiştir. Böylece, her bir katılımcıya, 3 farklı kanal uzunluğundaki kulak kalıbı ile gerçek kulak ölçümü yapılarak; kısa, orta ve uzun kanala sahip kulak kalıpları ile işitme cihazlı kazançlar değerlendirilmiştir. Bulgular: Yaptığımız analizlerin sonuçlarına göre, uzun kanal boyuna sahip kulak kalıbı, 500 ve 750 Hz’de tüm şiddetlerde, 250 Hz’de yüksek girdili seslerde ve 1000 Hz’de orta girdili seslerde anlamlı derecede kazanç sağlamıştır. Sonuç: Kulak kalıplarında kanal boyunun uzunluğunun artması özellikle alçak frekanslarda ek kazanç sağlamaktadır. Elde edilen ek kazanç sayesinde kulak kalıplarında yapılacak olan modifikasyonlar ile işitme cihazı ayar programı dışında ek kazanç sağlanabileceği düşünülmektedir., Objective: The aim of this study is to investigate the effect of earmold canal length on auditory gain at all frequencies. Material and Methods: Earmold impressions of 24 participants aged 18-25 years were taken to extend to the second bend of the external auditory canal. Then, the earmold impressions taken for each participant; It was processed as a standard hard mold with 3 different canal lengths as 2nd bend, 1st to 2nd bend and 1st bend. Thus, real ear measurement is made for each participant with 3 different canal length earmolds; Ear molds with short, medium and long canals and hearing aid gains were evaluated. Results: According to the results of our analysis, earmold with long canal length provided significant gains in all intensities at 500 and 750 Hz, high input sounds at 250 Hz and medium input sounds at 1000 Hz. Conclusion: Increasing the length of the canal in earmolds provides additional gain, especially at low frequencies. Thanks to the additional gain obtained, it is thought that modifications to be made in the earmolds can provide additional gain outside the hearing aid adjustment program.

Acute dystonia has been identifi ed as abnormal and long- lasting contraction of eye (oculogyric crisis), head, neck (torticollis or retrocollis), arm-leg or trunk muscles. Dopaminergic blockade within the nigrostriatal pathway increase the risk of extrapyramidal side effects, including acute dystonia. Due to differences arising from its receptor- binding properties, aripiprazole has been linked to lower rates of drug- related acute dystonia, compared to other commonly used atypical antipsychotic drugs. Scarcely reported in relevant literature, there has been a few number of case studies that describe the relationship between aripiprazole and acute dystonia. Through this case report, we have aimed to present the clinical courses of two adolescents who had developed acute dystonia upon low- dose add on aripiprazole to their original treatment with fl uoxetine, where symptoms quickly dissolved following cessation of aripiprazole.

Odontojenik ekstraoral fistüller pulpa nekrozu sonucu oluşan ve klinik olarak farklı hastalıklarla karıştırılabilen patolojik oluşumlardır. Ekstraoral fistüllerin etkili tedavisinin yapılmasında enfeksiyon kaynağının doğru tanısının yapılması gerekmektedir. Yüz ve boyun bölgesinde görülen ekstraoral fistül varlığında dental muayene çok önemlidir. Odontojenik ekstraoral fistülleri kök kanal tedavisi uygulayarak veya gerekli durumlarda dişin çekimi ile iyileştirmek mümkündür. Bu olgu sunumu da üç farklı dişten kaynaklanan üç ayrı ekstraoral fistül vakasının tedavisini içermektedir. Ekstraoral fistüle neden olan dişlere kök kanal tedavisi uygulanmıştır. Seans aralarında kanal içi medikament olarak kalsiyum hidroksit kullanılmıştır. Vakaların uzun dönem takiplerinde ekstraoral fistüllerin tamamen iyileştiği görülmüştür. Ayrıca takip seanslarında yapılan radyografik incelemelerde periapikal dokularda iyileşme izlenmiştir., Odontogenic extraoral sinus tracts are pathological formations that occur as a result of pulp necrosis and can be clinically confused with different diseases. For the effective treatment of extraoral sinus tracts, the correct diagnosis of the source of infection should be performed. In the presence of extraoral sinus tracts in the face and neck, dental examination is very important. It is possible to heal odontogenic extraoral sinus tracts with root canal treatment or tooth extraction when necessary. This case report includes the treatment of three different cases of extraoral sinus tracts which originating from three different teeth. Root canal treatments were performed to the teeth that caused extraoral sinus tracts. Calcium hydroxide was used as an intracanal medication between appointments. In the long-term follow-up of the cases, it was observed that the extraoral sinus tracts were completely healed. In addition, healings were observed in the periapical tissues in the radiographic examinations performed during the follow-ups.

Sağırların, işitme ve görme engellilerin yayın hizmetlerine erişiminin iyileştirilmesine ilişkin usul ve esaslar hakkındaki RTÜK yönetmeliği, 2019 yılı Ekim ayında Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. Söz konusu yönetmeliğe göre, yayıncı kuruluşlar ana haber bültenlerinden birini günlük olarak işaret diliyle yayımlamaları gerekmektedir. Türkiye'de 5'den fazla televizyon kanalı, işaret dili çevirmenliği ile haber yayınlamakta ve bunu Sağır bireyler için erişilebilir, kamu erişilebilirlik biçimlerinden biri haline getirmektedir. Görsel – İşitsel Türk İşaret Dili Çevirmenliğinin ülkemizde arzu edilen oranda yaygın olmadığı bilinmektedir. Bu boşluğu doldurmak için sağır bireylerin televizyon içeriklerine erişmeleri konusunda seçenek sunulması gerekmektedir. Bu çalışmanın amacı ülkemizdeki televizyon haber bültenlerindeki Türk İşaret Dili çeviri hizmetlerinin hem teknik hem de çeviri kalitesi açısından değerlendirilmesi ve toplumdaki sağır bireylerin beklentilerinin belirlenmesidir. Televizyon haber bültenlerinin Türk İşaret Dili çevirilerinde, Sağır topluluğun çevriyi kavramasını olumsuz etkileyen faktörleri belirleyen bu çalışmada, veri toplamak amacıyla yapılan araştırma sürecinde çalışmaya gönüllü olarak katılan 1068 sağır bireye toplam 79 sorudan oluşan anket uygulanmıştır. Çalışmada çevrimiçi anket yöntemi kullanılmış olup alınan yanıtlar değerlendirilmiştir. Araştırma sonucunda, Sağır izleyicinin işaret dili tercümanlarının çevirilerini anlamakta zorlandığı tespit edilmiştir. Bu analiz, çevirmenlerin Türk İşaret Dili akıcılığındaki eksikliklerinin Sağır bireylerin daha az anlamalarına sebep olduğuna katkıda bulunmuştur. Hedeflenen amaca ulaşılmadığı sonucuna varılmıştır. Bu sonuca göre ülkemizdeki Sağır bireylerin beklentileri karşılanamamaktadır., The RTÜK regulation on the procedures and principles regarding the improvement of deaf, hearing and visually impaired access to broadcasting services was published in the Official Gazette in October 2019. According to the said regulation, broadcasting organizations are required to broadcast one of the main news bulletins daily with signed language. More than 5 television channel in Turkey, broadcasts news with sign language interpreting making it accessible to deaf individuals, thus making it one of the forms of public accessibility. There are concerns about whether Turkish Sign Language interpreting for news broadcasts is at the highest standard it could be. In order to fill this gap, providing options for deaf individuals to access television content and their evaluation on the quality of the service provided should be considered. The purpose of this study is the evaluation of Turkish Sign Language translation services in television news bulletins in our country in terms of both technical and translation quality and determining the expectations of deaf individuals in the society. In this study, which aims to determine the factors that negatively affect the Deaf community’s understanding of the TİD translation of television news bulletins, a questionnaire consisting of a total of 79 questions was applied to 1068 deaf individuals who voluntarily participated in data collecting of the research process. Online survey method was used during the study and the responses given accordingly were evaluated. As a result of the research, it was determined that the Deaf audience had difficulty in understanding the output of the Turkish Sign Language interpreters. This analysis showed that there was a lack of the interpreters Turkish Sign Language fluency that resulted with the Deaf individuals being unable to understand, in this respect this study has contributed to finding the reason of the problems in TİD interpretations. Thus it was concluded that the targeted goal of conveying information to the Deaf was not reached. According to the results of this study, the expectations of Deaf individuals in our country are not being met.

Küresel ısınma, nüfus artışı, artan temiz ve güvenilir içme suyu ihtiyacı su kaynakları üzerinde negatif bir baskı yaratmaktadır. Bu nedenle, içme suyu şebekelerinde oluşan özellikle fiziki su kayıpları günümüzde artan bir öneme sahiptir. Fiziki kayıpların yönetiminde akustik dinleme yöntemi yaygın olarak kullanılmaktadır. Karstik akiferlerde gözenekli ve geçirgen zemin yapısı nedeniyle içme suyu şebekesinde oluşan sızıntılarının tamamı yüzeye çıkmamakta ve oluşan arızaların tespiti güçleşmektedir. Bu çalışmada; Antalya içme suyu şebekesinde fiziki su kayıplarının yönetimi amacı ile bir alt bölge oluşturulmuş ve bu alt bölgede sabit tip gürültü korelatörleri ile uzun süreli akustik dinleme ve basınç optimizasyonu çalışmaları yapılmıştır. Çalışma sonuçları karstik akiferlerde uzun süreli akustik dinleme yönteminin portatif cihazlarla yapılan çalışmalara nazaran fiziksel su kayıplarının yönetiminde etkili bir araç olduğunu göstermiştir. Çalışma bölgesinde %52 seviyesinde olan su kayıpları; basınç optimizasyonu ve gürültü korelatörleri ile akustik dinleme yöntemleri kullanılarak % 15 seviyesine düşürülmüştür. Global warming, population growth and increasing need for clean and safe drinking water, create a negative pressure on water resources. For this reason, especially physical water losses in drinking water networks have an increasing importance today. Acoustic listening method is widely used in the management of physical losses. Due to the porous and permeable ground structure in karstic aquifers, all of the leaks in the drinking water network do not come to the surface and the detection of the malfunctions that occur becomes more difficult. In this study; a sub-region was created in Antalya drinking water network for the management of physical water losses, and long-term acoustic listening and pressure optimization studies were carried out with fixed-type noise correlators in this sub-region. The results of the study showed that the long-term acoustic listening method in karstic aquifers is an effective tool in the management of physical water losses compared to the studies performed with portable devices. By using pressure optimization, noise correlators and acoustic listening methods, the water losses at the level of 52% was reduced to 15% in the study area.

Birincil kök kanal tedavisi başarısız olduğunda periapikal lezyonlar cerrahi veya cerrahi olmayan yöntemlerle yeniden tedavi edilebilir. Tekrarlayan kök kanal tedavisi kök kanal dolgu materyallerinin uzaklaştırıldığı ardından temizlemenin, şekillendirmenin ve tıkamanın yapıldığı cerrahi olmayan bir işlemdir. Tekrarlayan kök kanal tedavilerinde ilk amaç kök kanal sisteminden dolgu materyallerinin uzaklaştırılmasıdır. Günümüzde mevcut olan çeşitli kök kanal dolgu materyallerini uzaklaştırmanın birçok farklı yolu vardır. Bu derleme, kök kanal dolgu materyallerinin uzaklaştırılmasında kullanılan farklı cihazları ve teknikleri açıklamayı ve tartışmayı amaçlamaktadır., When primary root canal therapy fails, periapical lesions can be retreated with or without surgery. Root canal retreatment is a non-surgical procedure that involves removal of root canal filling materials from the tooth, followed by cleaning, shaping and obturating of the canals. The removal of obturation materials from the root canal system is a primary objective in root canal retreatment procedures. Nowadays there are many different ways to remove the root canal filling materials. This review aims to explain and discuss the different devices and techniques using for removing the root canal filling materials.

Specifying the needs and support of families who has a child with hearing loss is needed to enhance the quality of services offered to them. The aim of this study is to investigate the mothers’ opinions about the needs and support related to their children with hearing loss. The study is designed as a descriptive case study. The participants of the study were 11 mothers of children who are the primary caregivers. While 10 of the children had cochlear implant, one of them had a brainstem implant. The data were collected through semi-structured interviews, the researcher’s journal and document analysis. Descriptive analysis technique was used for the analysis of the data. Mothers’ needs related to their children were categorized under the following titles: informational, educational, psychosocial, financial and anticipated needs. It was also revealed that the families received support from their social circle, experts, internet, government and other families of children with hearing loss. The mothers mostly expected the government to raise the financial support. They also adviced other families who have children with hearing loss to look after these children well and meet their demands. It can be said that the need for information is closely related with other needs, and when the information need is met, it can fulfill some of the other needs.

Introduction: The ear, originates from the ectoderm, exhibits a complex structure that differs from species to species in terms of development. Objectives: This study was conducted to describe the prenatal and postnatal development process of the organ of Corti in the iner ear using light microscopy. Methods: In this study, Wistar Albino rats were used. The rats were divided into two groups as prenatal and postnatal groups. Prenatal groups consisting of embryos on day 17, 19, 21 and postnatal groups consisting of pups on days 1, 5, 10 and 15. The rats were sacrificed to investigate the cochleas by light microscopy. Results: The lumen of the cochlear tunnel was lined with pseudostratified columnar epithelia throughout the prenatal period. The cochlear tunnel was not divided into scala media, scala tympani and scala vestibuli in the embryonic sections. Organ of corti hasn’t taken its final form until postnatal day 15. Conclusion: In rats, formation of organ of Corti is completed in postnatal 15 day. Pups of rats are not able to hear in the embronic and early postnatal life.

Üniversite Eğitimi Alan İşitme Engellilerin Eğitim Hayatında Yaşadıkları Sorunların İncelenmesiÖğrenci Adı: Hülya GÖÇMENLERDanışman Adı: Prof. Dr. Ayça ÇİPRUTAmaç: Bu çalışmada üniversiteye devam eden ya da üniversiteden mezun olmuş işitme engelli kişilerin üniversite eğitimi boyunca akademik başarılarını etkileyen faktörler ve yaşadıkları sorunların derinlemesine incelenmesi amaçlanmaktadır.Gereç ve yöntem: Bu amaç doğrultusunda 18-30 yaş arası koklear implant kullanan, herhangi bir lisans ya da ön lisans eğitimi almakta olan ya da almış ve ek fizyolojik/psikolojik problemi olmayan, sözel iletişim yeteneği gelişmiş işitme engelli katılımcılara niteliksel ve niceliksel ölçümlerin birlikte kullanıldığı karma yöntem deseni yapılmıştır. Niteliksel ölçüm kapsamında, 20 katılımcıya, eğitim hayatı boyunca akademik başarılarını etkileyen demografik ve niteliksel sorular sorulmuştur. Bunun yanı sıra işitme engellilerin akademik başarılarını etkileyeceği düşünülen ve günlük hayatta işitme engelliler için en önemli sorunlardan olan gürültüde konuşmayı anlama becerileri ise davranışsal ölçümlerden Türkçe Matriks Testi ve elektrofizyolojik ölçümlerden işitsel kortikal potansiyeller ile objektif olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmadan elde edilen niceliksel bulgularda, katılımcıların sessiz ve gürültülü koşulda N1, P2 ve P3 latansları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (sırasıyla p=0,000; 0,000; 0,043). Ayrıca katılımcılardan gürültülü koşulda elde edilen P2, P3 ve TURMatrix testleri arasındaki ilişkiler istatistiksel olarak anlamlı olmadığı tespit edilmiştir (sırasıyla p=0,775; 0,225). Katılımcılarla yapılan derinlemesine görüşmelerden ise 4 ana tema ve bunlara ait 2 alt tema belirlenmiştir. Çalışmanın ana temaları: i. Katılımcıların sosyal ilişkileri, ii. Dersi anlamakla ilgili yaşadıkları sorunları, iii. Psikolojik durumları ve iv. Önerileri. Katılımcıların üniversite dönemindeki sosyal ilişkilerinin alt temalarını arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle ilişkileri, katılımcıların dersi anlamakla ilgili alt temalarını ise gürültü/kalabalık etkisi ve yardımcı cihaz etkisi olarak belirlenmiştir.Sonuç: Çalışma kapsamında işitme engelli öğrencilerin akademik eğitim süreçlerini etkileyen önemli sorunlar tespit edilmiştir. Bu sorunların başında öğrencilerin gürültüde konuşmayı anlama problemi gelmektedir. Özellikle öğrencilerin konuşmayı ayırt etme becerileri gürültülü ortamda düşmektedir. Bu problem nitel verilerle de desteklenmiştir. Öğrencilerin yaşadıkları sorunlar ders başarısını ve motivasyonunu büyük ölçüde olumsuz şekilde etkilemektedir. Öte yandan öğrenciler işitme engellerinden dolayı dışlanmış hissetmekte ve bu durum psikolojik açıdan öğrencileri olumsuz etkilemektedir.--------------------SUMMARYExamination of the hearing impaired students’ problems during university educationStudent Name: Hulya GOCMENLERName of Supervisor: Prof. Dr. Ayca CIPRUTAim: In this study, it is aimed to investigate in depth the factors affecting the academic achievements of the hearing-impaired university students or graduates, and the problems they experienced during their university education.Material and Methods: Qualitative and quantitative measurements executed on hearing impaired participants, who are between 18-30 years old and using cochlear implants. For this purpose, mixed-study design was performed on young implant recipients. Additional selection criteria for the study include to be a student in higher education or to be a graduated from a university, to have verbal communication ability and no additional physiological / psychological problems. Within the scope of qualitative measurement, 20 participants were assessed through the questions on their demographic characteristics and factors, which affected their academic achievement throughout their education life. In addition, speech understanding in noise, which might affect the academic achievements of hearing impaired people and which is one of the most important problems for these individuals in daily life, will be quantitatively assessed by P300 and Turkish Matrix Tests. Academic problems experienced by hearing-impaired individuals with university education during their education period were analyzed with the help of both qualitative and quantitative techniques. Results: In the quantitative findings obtained from the study, the difference between the N1, P2 and P3 latencies of the participants in quiet and noisy conditions was found to be statistically significant (p = 0.000; 0.000; 0.043, respectively). The relationships between P2 and P3 in noisy condition and TURMatrix tests were not significant (p = 0,775; 0,225, respectively). In depth interviews with the participants revealed 4 main themes and 2 sub themes. Main themes of the study were i. Social relations of the participants, ii. Problems they faced with understanding the class, iii. Psychological wellbeing and iv. Recommendations. The sub-themes of the social relations of the participants during the university period were determined as their relations with their friends and teachers, and the sub-themes related to understanding the class of the participants were the noise / crowd effect and the auxiliary device effect.Conclusions: Within the scope of the study, important problems affecting the academic education processes of hearing impaired students were identified. One of these problems is the students' problem of understanding speech in noise. In particular, students' ability to distinguish speech decreases in a noisy environment. This problem has also been supported by qualitative data. Problems experienced by students affect their success and motivation negatively to a great extent. On the other hand, students feel excluded due to their hearing impairment and this situation negatively affects students psychologically.

Understanding the canal anatomy of mandibular premolars has clinical importance to manage successful endodontic treatment. The aim of the study was to investigate the canal configuration of mandibular premolars in the Turkish subpopulation using cone-beam computed tomography (CBCT). For the study, CBCT images of 55 patients who referred to the university clinic were retrospectively scanned and 186 mandibular premolars (86 first and 100 second premolars) were selected. CBCT images were taken from Orthophos (Sirona Dental Systems, Bensheim, Germany). Endodontically treated teeth, post-core restoration, carious lesion, vertical root fracture, external or internal resorption were excluded. CBCT images were analyzed on the coronal, axial, and sagittal plane in CBCT at x5 magnification. According to Vertucci classification, canal configurations of mandibular premolars were recorded. Statistical analysis was performed. All of the mandibular premolars (100%) examined in this study were single-rooted. Type I canal configuration in mandibular first and second premolars was detected as 89 % and 94 %, respectively. In mandibular first premolars, type II and type IV canal configurations were 4.8 % and 6.2 %, respectively. In mandibular second premolars, all samples except the single canal configuration were identified as type II (6 %). There is no statistical difference between males and females in the canal configuration of mandibular premolars (p>.05). The complex canal anatomy of mandibular premolars is needed careful and detailed investigation. CBCT imaging technique was considered suitable for the investigation of canal configuration of mandibular premolars. The results of the study may guide clinicians for endodontic therapy of these teeth. Ethnic and racial factors may variate the canal configurations of mandibular premolars. No sponsor

Bitkilerden elde edilen aromatik özlerin insanın beden, ruh ve zihin sağlığına etkileri olduğu yüzyıllardır bilinmektedir. Bu özlerle hazırlanan aromatik yağlar; gerek yiyecek ve içeceklerle vücuda alınarak, gerek cilde uygulanarak, gerekse sadece koklanarak insanlarda psikolojik, fizyolojik ve ruhsal etkiler gösterebilmektedir. Gelişen teknoloji ile yaklaşık son 20-30 yıldır kokuyu tanıyan cihaz olarak elektronik burunlar üretilmektedir. Bu çalışmada bir elektronik burun ile aromatik yağlardan karanfil, nane ve sarımsak yağlarının ayrımının yapılması amaçlanmıştır. Çalışma için 18 gaz algılayıcısı ve 1 nem algılayıcısından oluşan bir elektronik burun imal edilmiştir. Üretilen elektronik burun ile karanfil ve nane yağları birbirinden %91.67, sarımsak ve nane yağları birbirinden %92.83, karanfil ve sarımsak yağları ise birbirinden %57.67 doğrulukla ayrılmıştır., It has been known for centuries that aromatic extracts obtained from plants have effects on human body, spirit and mental health. Aromatic oils prepared with these extracts; It can show psychological, physiological and spiritual effects on people by taking it into the body with food and drink, applying it to the skin or just by smelling it. With the developing technology, electronic noses have been produced as a device that recognizes the smell for the last 20-30 years. In this study, it was aimed to distinguish clove, mint and garlic oils from aromatic oils with an electronic nose. An electronic nose consisting of 18 gas sensors and 1 humidity sensor was manufactured for the study. With the electronic nose produced clove and mint oils were separated from each other with 91.67% accuracy, garlic and mint oils 92.83%, clove and garlic oils 57.67% from each other.

Gün geçtikçe enerjinin daha verimli kullanılması amacıyla yüksek enerji verimliliğine sahip ve kullanım kolaylığı sağlayan fırınlar üzerindeki çalışmalar artmaktadır. Günümüzde, elektrikli fırınlarda kontrol yöntemleri geliştirilmekte ve kontrolü sağlamak için kullanılan veriler artmaktadır. Bu çalışmada; elektrikli fırınlarda enerji tüketimi, pişirme süresi, pişirme programları ve pişirme kalitesi gibi özellikleri etkileyen unsurların belirlenmesi amacıyla çeşitli makaleler ve patentler incelenmiştir. Bu konuya mühendislik bakış açısı ile yaklaşarak ve pişirilecek olan ürünün ağırlığını dikkate alarak sıcaklık kontrolü yapılabilen ve pişirme süresi ayarlanabilen PLC kontrollü, dokunmatik ekranlı elektrikli fırın tasarlanmıştır. Kullanıcı sıcaklık kontrolünü, pişirme süresini ve pişirme programını dokunmatik ekran ile ayarlayabilmektedir. Kullanıcı dokunmatik ekran üzerinden pişme sürecini grafiksel olarak takip edebilmekte ve aynı grafikteki verileri de kayıt altına alabilmektedir. Bu çalışmada, ekmek hamurunun pişme sürecindeki ağırlığının sıcaklığa göre değişimi incelenmiştir. Aynı ekmek hamurunun farklı gramajları benzer sıcaklıklarda pişirilmiş, pişme süreleri ve ağırlık değişimleri arasındaki farklar karşılaştırılmıştır. Pişirilen hamurun ağırlığı arttıkça, piştikten sonraki gramaj kaybının da arttığı gözlenmiştir., Day by day, studies on electric ovens with high energy efficiency and ease of use are increasing in order to use energy more efficiently. Nowadays, control methods are being developed in electric ovens and the data used to control them are increasing. In this study; Various articles and patents have been examined in order to determine the factors affecting properties such as energy consumption, cooking time, cooking programs and cooking quality in electric ovens. Approaching this subject with an engineering perspective and taking into account the weight of the product to be cooked, a PLC controlled, touch screen electric oven has been designed, which can be temperature controlled and the cooking time can be adjusted. The user can adjust the temperature control, cooking time and cooking program with the touch screen. The user can follow the cooking process graphically on the touch screen and record the data in the same graphic. In this study, the change in the weight of bread dough in the baking process according to the temperature was examined. Different weights of the same bread dough were baked at similar temperatures, and the differences between baking times and weight changes were compared. It was observed that as the weight of the cooked dough increased, the weight loss after cooking also increased.

Küresel ısınma, nüfus artışı, artan temiz ve güvenilir içme suyu ihtiyacı su kaynakları üzerinde negatif bir baskı yaratmaktadır. Bu nedenle, içme suyu şebekelerinde oluşan özellikle fiziki su kayıpları günümüzde artan bir öneme sahiptir. Fiziki kayıpların yönetiminde akustik dinleme yöntemi yaygın olarak kullanılmaktadır. Karstik akiferlerde gözenekli ve geçirgen zemin yapısı nedeniyle içme suyu şebekesinde oluşan sızıntılarının tamamı yüzeye çıkmamakta ve oluşan arızaların tespiti güçleşmektedir. Bu çalışmada; Antalya içme suyu şebekesinde fiziki su kayıplarının yönetimi amacı ile bir alt bölge oluşturulmuş ve bu alt bölgede sabit tip gürültü korelatörleri ile uzun süreli akustik dinleme ve basınç optimizasyonu çalışmaları yapılmıştır. Çalışma sonuçları karstik akiferlerde uzun süreli akustik dinleme yönteminin portatif cihazlarla yapılan çalışmalara nazaran fiziksel su kayıplarının yönetiminde etkili bir araç olduğunu göstermiştir. Çalışma bölgesinde %52 seviyesinde olan su kayıpları; basınç optimizasyonu ve gürültü korelatörleri ile akustik dinleme yöntemleri kullanılarak % 15 seviyesine düşürülmüştür., Global warming, population growth and increasing need for clean and safe drinking water, create a negative pressure on water resources. For this reason, especially physical water losses in drinking water networks have an increasing importance today. Acoustic listening method is widely used in the management of physical losses. Due to the porous and permeable ground structure in karstic aquifers, all of the leaks in the drinking water network do not come to the surface and the detection of the malfunctions that occur becomes more difficult. In this study; a sub-region was created in Antalya drinking water network for the management of physical water losses, and long-term acoustic listening and pressure optimization studies were carried out with fixed-type noise correlators in this sub-region. The results of the study showed that the long-term acoustic listening method in karstic aquifers is an effective tool in the management of physical water losses compared to the studies performed with portable devices. By using pressure optimization, noise correlators and acoustic listening methods, the water losses at the level of 52% was reduced to 15% in the study area.

Purpose: Vertigo (V), dizziness (D), and imbalance cause functional limitation and participation in peripheral vestibular hypofunction (PVH). The aim was to investigate the relation of V, D, imbalance, with physical activity, exercise capacity, activities of daily living (ADL), and quality of life (QoL) in patients with PVH.

The macrophage migration inhibitory factor (MIF), producedby many cell types, is a unique cytokine and critical tool of host defenses that have supportive roles in many diseases andconditions, such as septic shock and chronic inflammatory and autoimmune diseases. The role MIF in autoimmunity is highlightedby data showing that common functional polymorphisms in MIF are associated with susceptibility or clinical severity. MIFcan regulate glucocorticoid mediated immunosuppression and has an important function in cell survival signalling. A betterunderstanding of MIF as both a cytokine and an intracellular effector may allow us to target specific functions differently invarious physiological contexts. This can lead to the development of drugs and therapies targeting MIF, particularly through theidentification of more specific disease-related assays

Listening is a process during which what is spoken is heard and comprehended. There are many cognitive, affective and psychological factors that can affect this process. Anxiety, which is one of the psychological factors, is a distressing emotionarising from the individual and has a direct impact on listening comprehension skills. The aim of this research is to investigate the relationship among elementary school students' listening comprehension skills, factors affecting listening. The research was designed and conducted within the framework of causal comparison method. The study group of the study consisted of 130 fourth grade primary school students. The listening comprehension test, listening anxiety scale and the form of other factors affecting listening, which were developed by the researchers and tested for validity and reliability in the scope of the research, were used as data collection tools. According to the results of the research; it was found that listening anxiety and other factors affecting listening processes negatively affect listening comprehension skills of students.It was found that the other factors affecting listening, along with listening anxiety reveal more than half of the variance in their listening comprehension skills., Dinleme konuşulanların işitildiği ve anlamlandırıldığı bir süreçtir. Bu sürece etki edebilecek pek çok bilişsel, duyuşsal ve psikolojik faktör bulunmaktadır. Psikolojik faktörlerden biri olan kaygı; bireyden kaynaklanan tedirgin edici bir duygudur ve dinlediğini anlama becerisine doğrudan etki eder. Bu araştırmanın amacı; ilkokul öğrencilerinin dinlediğini anlama becerileri ile dinlemeye etki eden faktörler arasındaki ilişkilerin incelenmesidir. Araştırma nedensel karşılaştırma yöntemi çerçevesinde tasarlanıp yürütülmüştür. Araştırmanın çalışma grubunu, 130 ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi oluşturmaktadır. Araştırma kapsamında araştırmacılar tarafından geliştirilerek geçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılan dinlediğini anlama testi, dinleme kaygısı ölçeği ve dinlemeye etki eden diğer faktörler formu veri toplama araçları olarak kullanılmıştır. Araştırma sonuçlarına göre; öğrencilerin dinleme kaygılarının ve dinleme süreçlerine etki eden diğer faktörlerin dinlediğini anlama becerilerini olumsuz etkilediği bulunmuştur. Dinlemeye etki eden diğer faktörlerin dinleme kaygısı ile birlikte öğrencilerin dinlediğini anlama becerisindeki varyansın yarısından fazlasını açıkladığı belirlenmiştir.

Mastitis is a great cost for the dairy industry in terms of production loss, breast damage and associated treatment costs. Somatic cell count (SCC) is widely used as an indicator of mastitis. In this study, it was aimed to compare biochemical indicators such as milk amyloid A (MAA), electrical conductivity (EC) and pH with SCC. A total of 50 cow milk was collected from cow milk producers in Afyon province. The collected milk is Group I (GI) below 200 thousand cells/ml according to SCC and Group II (GII) between 200-400 thousand cells mL-1 and those above 400 thousand cells mL-1 are Group III (GIII). is divided into groups. It was observed that the MAA values of the milk collected showed a significant difference compared to the SCC groups and the median values of MAA increased as the SCC values increased (p, Mastitis, üretim kaybı, meme hasarı ve buna bağlı tedavi maliyetleri açısından süt endüstrisi için büyük bir maliyettir. Somatik hücre sayısı (SHS), mastitin bir göstergesi olarak yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada inek sütlerinde süt amiloid A (SAA), elektriksel iletkenlik (Eİ) ve pH gibi biyokimyasal göstergelerin SHS ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Afyon ili inek sütü üreticilerinden toplamda 50 adet inek sütü toplanmıştır. Toplanan sütler SHS’na göre 200 bin hücre mL-1 altında olan Grup I (GI) ve 200-400 bin hücre mL-1 arasında olan Grup II (GII) ve 400 bin hücre/mL üstünde olanlar ise Grup III (GIII) olmak üzere 3 gruba ayrılmıştır. Toplanan sütlerin SHS gruplarına göre SAA değerlerinin istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiği ve SHS değerleri arttıkça SAA medyan değerlerinin de arttığı gözlenmiştir (p

Amaç: Kolorektal kanserlerin büyük çoğunluğunun kolon poliplerinden geliştiği kanıtlanmıştır. Bu nedenle kolon poliplerinin erken tespit tedavisi önem arz etmektedir. Bu yazıda kliniğimizde yapılan kolonoskopide tespit edilen poliplerin genel özelliklerini sunmayı amaçladık.Gereç ve Yöntem: Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sağlık Araştırma Ve Uygulama Merkezi Merkezi Hastanesi Gastroenteroloji bölümünde kolonoskopi yapılan784 adet gastrointestinal polip olgusu retrospektif olarak incelendi, çalışma kriterlerini sağlayan 217 hasta çalışmaya alındı. Yerleşim özellikleri ve histopatolojik tiplerine göre polipler sınıflandırıldı. Bulgular: Polip tespit edilen hastaların % 65,9’u erkek, %34,1’i kadındı. Polipler %20,7 oranında en sık rektumda, en az %0,5 oranında splenik flexura yerleşimliydi. Olguların %83,9’unda (179 hasta) polipler sadece tek lokalizasyonda iken birden fazla lokalizasyonda polip bulunma oranı %16,1(38 hasta) olarak saptanmıştır. Histopatolojik olarak poliplerin %61,7’iadenomatöz, %33,2’sihiperplastik, %0,5’i adenokanser, geri kalan sıklık sırasına göre hamartamatoz, inflamatuar ve sesil polip olarak saptanmıştır. Adenomatöz polipler alt tiplerine göre %53,9 tübüler, %6,9 tübülovillöz %0,9 villöz tip olarak rapor edilmiştir. Sonuç: Kolorektal poliplerin sıklıkla rektosigmoid bölgede yerleştiği yaklaşık olarak üçte ikisi adenamatöz, üçte birinin hiperplastik karakterde olduğu tespit edilmiştir., Background/Aims:Colorectal cancers are the most common gastrointestinal malignancies. It is the third most common cancer in the World and one of the majör causes of cancer-related mortality in developed countries. The incidence and mortality of colorectal carcinoma is markedly different worldwide. Gastrointestinal polyps are lesions that may have proliferative and neoplastic potential, forming a mass by protruding into the lumen. In this study, it was aimed to document the general properties of the colorectal polyps which were diagnosed in colonoscopy scans in our center.Material and Methods: A total of 784 patients with gastrointestinal polyps who underwent colonoscopy in the Department of Gastroenterology, Tokat Gaziosmanpaşa University Health Researchand Application Center Hospital, were reviewed retrospectively and 217 patients were included in the study. Polyps were classified according to their histopathological types and location. Results: Patients with polyps; 65,9% male and 34,1% female. Polyps were most frequently 20.7% in rectum and at least 0.5% in splenic flexura. In 83.9% (179 patients) of the cases, polyps were found to be only localized in a single location, while polyps were found to be morethan 16.1% (38 patients). Histopathologically, the polyps were 61.7% adenomatous, 33.2% hyperplastic, 0.5% adenocarcinoma, andthe rest were hamartamatosis, inflammatory and acoustic polyps respectively. Adenomatous polyps were reported as 53.9% tubularand 6.9% tubulovillous 0.9% villous type according to their subtypes. Conclusion:In our study, we evaluated polyps of the lower gastrointestinal system and it wasf ound that our results were generally compatible with the literature.

Giriş: İşitme kaybı olan (İK) çocukların dil gelişimini anlama çabasına son yıllarda bilişsel gelişimi anlama çalışmaları da eklenmiştir. Bu araştırmada temel bilişsel süreçlerden biri olan yürütücü işlevlere odaklanmış araştırmaları derleyerek İK çocuklarda yürütücü işlevlerin diğer bilişsel süreçlerle/becerilerle ilişkisi ve bu çocukların yürütücü işlevler performansı üzerine genel bir bakış açısı ortaya koymak amaçlanmıştır.Yöntem: Sistematik derleme metodolojisi ile belirlenen dâhil etme ve dışlama ölçütleri doğrultusunda 15 araştırma derleme kapsamına alınmıştır.Bulgular: Bulgular (a) yürütücü işlevler ile dil arasında karşılıklılık ilişkisi olduğuna, (b) İK çocukların yürütücü işlevler performansının işiten akranlarına göre daha zayıf olduğuna, (c) yürütücü işlevler performansında koklear implantlı ile işitme cihazlı çocuklar arasında ve anadili işaret dili olanlar ile işiten çocuklar arasında farklılık olmadığına, (d) kaynaştırma ortamındaki koklear implantlı çocukların işitme engelliler okulundakilere göre yürütücü işlevlerde daha başarılı olduklarına ve (e) erken eğitim programlarında bilişsel süreçlerin dil ile dengeli biçimde desteklenmesi gerektiğine işaret etmektedir.Tartışma: İK çocukların yürütücü işlevler performansının işiten akranlarını geriden takip etmesi diğer bilişsel süreçleri inceleyen bazı araştırma bulgularıyla tutarlılık göstermektedir. Yürütücü işlevler ile diğer bilişsel süreçler/beceriler arasında ilişkiye dair bir yargıya varılamadığı, yürütücü işlevler ile dil arasındaki ilişkinin nedensellikten çok karşılıklılık içinde olduğu söylenebilir.Sonuç ve Öneriler: Bulgular daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu göstermekte, yeni araştırmaların da erken eğitim programlarına katkı sağlayacağına inanılmaktadır. Dil gelişimi-bilişsel gelişim dengesinin gözetildiği erken eğitim programlarının İK çocuklar ile işiten akranları arasındaki yürütücü işlevler performans farkının en aza indirilmesinde etkili olabileceği ileri sürülebilir., Introduction: The aim of this study is to provide a general perspective on the relationship between executive functions and other cognitive processes/skills in children with hearing loss (HL), and performance of these children by reviewing studies focusing on executive functions.Method: 15 studies on executive functions in children with HL were reviewed.Findings: The findings indicated that (a) there was an interdependence between executive functions and language, and in terms of executive functions (b) children with HL experienced more difficulties compared to hearing peers, (c) there was no difference between children with cochlear implants and hearing aids, and between native sign language users and hearing children, (d) children with cochlear implants in the inclusion were more successful than those at school for the deaf, and (e) cognitive processes in early education programs should be supported in a balanced manner with language.Discussion: The finding that children with HL lag behind hearing peers is consistent with the findings of studies examining other cognitive processes. No definitive conclusion was reached regarding the relationship between executive functions and other cognitive processes/skills, although interdependence was found between executive functions and language.Conclusion and Implications: Findings indicated that further research were needed on the topic and new research may contribute to early education programs. It can be argued that through early education programs, supporting cognitive as well as language development in a balanced manner may help children with HL close the gap with their hearing peers in executive function.

Meme dışı Paget hastalığı, kaşıntı, ağrı ve egzema gibi iyi huylu hastalıklarla ortak belirtilere sahip olan nadir bir malign neoplazidir. Vulvar hastalık, genellikle postmenopozal kadınlarda etkilenen bölge üzerinde kabuklanma veya ülserasyonlu yavaş büyüyen iyi tanımlanmış kaşıntılı bir plak olarak görülür. Bu, tanıda gecikmeye ve sonuç olarak daha kötü prognoza yol açar.Kesin tanı, Paget hücrelerini gösteren vulva biyopsisi ile elde edilir.Tercih edilen tedavi, marjinin geniş eksizyonudur. Bizim hastamız 9 ay süren benzer yakınma öyküsü olan 73 yaşında postmenopozal bir kadındır. Tanı koymak için yapılan geniş bir biyopsinin tedavi edici rolü de vardır., Extra mammary Paget disease is a rare malign neoplasm that may affect the vulva and has manifestations common to benign diseases such as itching, pain and eczema. Vulvar disease usually presents as a slow growing well-defined itchy plaque with crustations or ulcerations over the affected area in postmenopausal women. This leads to delay in diagnosis and consequent worse prognosis. The definitive diagnosis is obtained by biopsy of the vulva, which shows Paget cells. The treatment of choice is wide excision with margins. Our patient is a 73-year-old postmenopausal woman with a history of similar complaints of 9 months’ duration. A large biopsy to diagnose also has a therapeutic role.

Koklea ve vestibüler organlar arasındaki yakın ilişki nedeniyle koklear fonksiyon bozukluklarına vestibüler bozukluklar da eşlik edebilir. Bu çalışma ile idiyopatik ani sensorinöral işitme kayıplı hastalarda vestibüler fonksiyonların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Çalışmaya, idiyopatik ani sensorinöral işitme kaybı tanılı 18-55 yaş arası 33 hasta ile işitme ve denge sorunu saptanmayan 30 gönüllü birey alındı. Hastalara tedavi öncesi, tedavinin 10. günü ve 30. gününde odyometri, cVEMP, oVEMP, kalorik test ve VNG testleri yapıldı. Ayrıca hastaların başvuru süresi, işitme kaybının derecesi ve konfigürasyonu, eşlik eden vertigo, tinnitus ve kulak dolgunluğunun işitme düzelme durumlarına etkisi değerlendirildi.Çalışma grubundaki 33 olgunun 19(%57,6)'u erkek, 14(%42,4)'ü ise kadın olup yaş ortalaması 40,24±13,05 idi. Kontrol grubundaki 30 bireyin 19(%63,3)'u erkek, 11(%36,7)'i kadın olup yaş ortalaması 39,53±13,03 idi. Ani sensorinöral işitme kaybı görülme sıklığında cinsiyet ve yaş açısından anlamlı bir fark olmadığı ve kadın hastalarda prognozun daha iyi olduğu gözlendi. Tedaviye erken başvurunun iyi prognoz, çok ileri derecede işitme kaybı ve bilateral işitme kaybının kötü prognoz olduğu gözlendi. Yükselen tip odyogram konfigürasyonu olan hastalarda prognoz daha iyi iken; düz, alçalan ve total işitme kaybı olan hastalarda prognozun daha kötü olduğu gözlendi. Vertigo, tinnitus, kulak dolgunluğu ve geçmişte işitme kaybı varlığının prognoza etkisinin olmadığı gözlendi. Çok ileri derecede işitme kayıplı ve total işitme konfigürasyonu olan hastalarda anormal kalorik yanıtın daha yüksek olduğu gözlendi. cVEMP ve oVEMP P1-N1 latanslarında tedavi sonrasında kısalma olduğu gözlendi. Anormal yanıtın en yüksek sırasıyla oVEMP, cVEMP ve kalorik testte olduğu gözlendi. Ayrıca, tedavi sonrasında anormal yanıtlarda düşüş gözlendi. Sonuç olarak; çalışmamızda idiyopatik ani sensorinöral işitme kayıplı hastalarda vestibüler fonksiyonun etkilendiği gözlendi. Bu sonuçlara göre, ani sensörinöral işitme kayıplı hastaların prognozunun tahmininde vestibüler sistemin değerlendirilmesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz. Bu konuda daha fazla hasta serilerini içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: İdiyopatik ani sensörinöral işitme kaybı, Vestibüler disfonksiyon, oVEMP, cVEMP, Kalorik test. Due to the close relationship between the cochlea and vestibular organs, cochlear dysfunction may also be accompanied by vestibular disorders. The aim of this study was to evaluate vestibular functions in patients with idiopathic sudden sensorineural hearing loss.Thirty three patients with idiopathic sudden sensorineural hearing loss aged between 18-55 years and 30 volunteers without hearing and balance problems were included in the study. Audiometry, cVEMP, oVEMP, caloric test and VNG tests were performed before treatment, 10th day and 30th day of treatment. In addition, patients' admission time, degree and configuration of hearing loss, accompanying vertigo, tinnitus and ear fullness; the effect on hearing improvement was evaluated.Of the 33 cases in the study group, 19(%57,6) were male and 14(%42.4) were female. The mean age was 40.24 ± 13.05. Of the 30 individuals in the control group, 19(%63.3) were male and 11(%36.7) were female. The mean age was 39.53 ± 13.03. There was no significant difference in the frequency of sudden sensorineural hearing loss in terms of gender and age, and the prognosis was better in female patients. Early admission to treatment showed good prognosis. Very severe hearing loss and bilateral hearing loss had a poor prognosis. The prognosis was better in patients with rising type audiogram configuration. Prognosis was found to be worse in patients with flat, descending and total hearing loss. Vertigo, tinnitus, ear fullness and history of hearing loss did not affect prognosis. Abnormal caloric response was higher in patients with severe hearing loss and total hearing configuration. cVEMP and oVEMP P1-N1 latencies were shortened after treatment. Abnormal response was highest in oVEMP, cVEMP and caloric test, respectively. In addition, abnormal responses decreased after treatment.As a result; in our study, vestibular function was affected in patients with idiopathic sudden sensorineural hearing loss. According to these results, we think that evaluation of vestibular system is important in predicting prognosis of patients with sudden sensorineural hearing loss. Further studies involving more patient series are needed.Key Words: Idiopathic sudden sensorineural hearing loss, Vestibüler dysfunction, oVEMP, cVEMP, Caloric test. 117

4-14 yaş arası işitme kayıplı çocuklarda günlük yaşamda işitsel becerilerin ebeveynler aracılığıyla değerlendirilmesi amacıyla; orijinali İngilizce olan ''Auditory Behaviour in Everyday Life (ABEL)'' (Purdy ve ark., 2002), Ankara Üniversitesi İbn-i Sina Hastanesi İşitme, Denge, Konuşma Bozuklukları Tanı ve Rehabilitasyon Merkezi'ne başvuran ebeveynlere uygulanmıştır. Günlük Yaşam İşitsel Davranış (GYİD) Ölçeğinin Türkçe geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılması hedeflenmiştir. Amaç işitme kayıplı çocukların işitsel-sözel, işitsel farkındalık ve sosyal/konuşma becerileri alanlarındaki becerilerini ve bu doğrultuda ihtiyaçlarını belirleyerek, amplifikasyon öncesi/sonrası performansın belirlenmesi ve işitsel rehabilitasyon sürecinde yol göstermesidir. Klinikte objektif testlere yardımcı olabilecek subjektif ve güvenilir bir ölçek olduğu sonucuna varıldı.çalışmada 24 maddeden oluşan GYİD Ölçeği 4-14 yaş arası işitme cihazı/koklear implant kullanan çocuğun ebeveynine verildi. Ebeveynden çocuğunun son bir haftadaki işitsel durumunu en iyi tarifleyen ifadeyi işaretlemeleri istendi. Bu doğrultuda çalışmada yapılan faktör analizi sonucunda ölçekten 12 ve 24. Maddeler çıkarıldı. Ölçeğin 1. Ve 2. boyutu Cronbach Alfa katsayıları 0,917 ve 0,901 olarak hesaplandı. Boyutun güvenirliğinin çok yüksek olduğu saptandı. Test-tekrar test sonuçlarında ise pozitif yönlü çok güçlü bir ilişki bulundu (r=,986).GYİD ölçeğinin geçerlik ve güvenirliğinin yüksek bulunması doğrultusunda işitme kayıplı çocukların genel işitsel becerilerini, işitsel sözel/farkındalık ve sosyal/konuşma becerilerini değerlendirebildiği tespit edilmiştir. In order to evaluate auditory skills in children with hearing loss between the ages of 4-14, through parents; Auditory Behavior in Everyday Life (ABEL) (Purdy, 2002), which was originally in English, was administered to parents of Ankara University Ibn-i Sina Hospital Hearing, Balance and Speech Disorders Diagnosis and Rehabilitation Center. The validity and reliability of the Turkish version of Auditory Behaviour in Everyday Life scale was aimed. The aim is to determine the needs of children with hearing loss in the fields of auditory-verbal, auditory awareness and social/conversational skills and to determine the performance before/after amplification and to guide the process of auditory rehabilitation.In the study, the 24-point ABEL scale was given to the parents of a child using a hearing aid/cochlear implant between the ages of 4-14. The parents were asked to mark the expression that best describes their child's auditory status over the past week. As a result of factor analysis, 12 and 24. items were removed from the scale. Cronbach's alpha coefficients were calculated as 0.917 and 0.901. The reliability of the dimension was found to be very high. Test-retest results showed a very strong positive relationship (r =, 986). It was concluded that it is a subjective and reliable scale that can help objective tests in the clinic.In view of the high validity and reliability of the ABEL scale, children with hearing loss were able to evaluate general auditory skills, auditory verbal/awareness and social/conversational skills. 70

Amaç: Timpanoplasti ve stapes cerrahisi geçiren bireylerin cerrahi öncesi ve sonrası yüksek frekans (9 000-20 000 Hz) işitme eşiklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada yüksek frekans odyometrisi sonuçlarının cerrahi öncesi-sonrası değişimi incelenmiştir. Stapes cerrahisi yapılacak 13 kişi, timpanoplasti cerrahisi yapılacak 13 kişi olmak üzere 18-65 yaş aralığında toplam 26 katılımcı vardır. Otoskopik bakısı yapılan bireylerin sessiz kabinde saf ses odyometri, akustik immitansmetri, otoakustik emisyon testleri ve yüksek frekans odyometrisi ile değerlendirilmesi yapılmıştır. Aynı testler cerrahi sonrası 3. ayda tekrar yapılıp cerrahi öncesi eşiklerle karşılaştırma yapılmıştır.Bulgular: Timpanoplasti cerrahisi sonrası 11,2, 12,5, 14, 16 kHz’de ve stapes cerrahisi sonrası 9, 10, 11,2, 12,5, 14 kHz’de belirgin işitme kaybı saptanmıştır. Cerrahi öncesi ve sonrası yüksek frekans odyometrisiyle ölçülen diğer frekanslarda da işitme kaybı saptanmış ancak istatistiksel olarak anlamlı farklılık elde edilmemiştir. Sonuçlar: Kokleanın yüksek frekans bölgesinin diğer frekans bölgelerine oranla daha fazla savunmasız olmasına katkıda bulunabilecek bulgular mevcuttur. Bulunan sonuçlar timpanoplasti ve stapes cerrahisini takiben yüksek frekans aralığındaki hava iletim eşiklerinde önemli ölçüde işitme kaybı oluştuğunu ve yüksek frekans odyometrisinin orta kulak cerrahilerinin işitme üzerine etkilerini ortaya koymada daha iyi bir değerlendirme yöntemi olduğunu göstermektedir.--------------------Purpose: The aim of this study to compare high frequency (9 000-20 000 Hz) hearing thresholds before and after surgery of individuals who underwent tympanoplasty and stapes surgery.Method: In the study, pre and postoperative changes of high frequency audiometry results were examined. There are 26 participants between the ages of 18-65, 13 of whom will undergo stapes surgery, 13 of whom will undergo tympanoplasty surgery. Individuals with otoscopic examination were evaluated in silent cabin with pure tone audiometry, acoustic immitansmetry, autoacoustic emission tests and high frequency audiometry. The same tests were repeated at the 3rd month after surgery and compared with the thresholds before surgery.Findings: Significant hearing loss was detected at 11,2, 12,5, 14, 16 kHz after tympanoplasty surgery and at 9, 10, 11,2, 12,5, 14 kHz after stapes surgery. Hearing loss was detected in other frequencies measured with high frequency audiometry, but no statistically significant difference was obtained.Conclusion: There are findings that may contribute to making the cochlea's higher frequency region more vulnerable than other frequency regions. The results show that there is a significant hearing loss in the air conduction thresholds in the high frequency range following tympanoplasty and stapes surgery, and high frequency audiometry is a better assessment method in revealing the effects of middle ear surgeries on hearing.

Giriş ve Amaç: Özofagusun etiyolojisi bilinmeyen primer motor bozukluğu olan akalazya, kesin tanısı motilite çalışmaları yapılarak konulan bir hastalıktır. Özofagogastrik bileşkede bulunan, maligniteye ya da geçirilmiş cerrahiye sekonder gelişen obstrüksiyon, hem klinik olarak, hem de manometrik ölçüm sonuçlarıyla akalazyayı taklit edebilir. Çok sık rastlanan bir durum olmayan akalazyanın, ülkemizdeki epidemiyolojik özelliklerine ilişkin veriler son derece sınırlıdır. Güncel çalışmada, kliniğimizde takip edilen akalazyalı hastaların, epidemiyolojik özelliklerinin ve manometrik bulgularının incelenmesi amaçlanmıştır.Gereç ve Yöntem: Ekim 2017-Kasım 2019 tarihleri arasında, üniversitemiz gastroenteroloji bilim dalı motilite polikliniğinde tetkik edilen ve yüksek çözünürlüklü manometri sonuçlarına göre akalazya tanısı koyulan hastaların bilgi kartları, retrospektif olarak incelendi.Bulgular: Akalazya ön tanısıyla yüksek çözünürlüklü manometri yapılan 8 hastanın pseudoakalazya, 2 hastanın sekonder akalazya olduğu görüldü. Akalazya tanısı konulan 77 hastanın (43 erkek), yaş ortalaması 49.9917.68 (23-76) idi. Hastaların dörtte birinin 36 yaşından küçük, dörtte birinin 63.5 yaşından büyük olduğu görüldü. Hafifçe erkek baskın gibi görünen hasta grubunda, semptom başlangıcından tanı konuluncaya kadar geçen sürenin ortalama 4.434.05 (1-20) yıl olduğu görüldü. Chicago Class 3.0 kriterlerine göre hastaların 35 tanesi (%45.5) Tip 1; 39 tanesi (%50.6) Tip 2; üç tanesi (%3.9) ise Tip 3 akalazya tanısı almıştı. Özofagogastrik bileşke gevşemesinin değerlendirilmesi için kullanılan entegre gevşeme basıncı ortalama 22.8111.44 mm Hg ve alt özofagus istirahat basıncı ise ortalama 31.9618.74 mm Hg idi. Tip 2 hastalarda entegre gevşeme basıncı ve ortalama alt özofagus istirahat basıncı Tip 1 hastalara göre, istatistiksel açıdan anlamlı olarak daha yüksek idi (sırasıyla, p, Background and Aims: Achalasia, which is a primary motor disorder with unknown etiology, is diagnosed using motility studies. Obstruction of the esophagogastric junction secondary to malignancy or previous surgery may mimic achalasia, both clinically and manometrically. Data related to the epidemiological characteristics of achalasia are minimal. This study investigated the epidemiological features and manometric findings of patients with achalasia who were followed up in our clinic.Material and Methods: Data of patients diagnosed with achalasia by using high resolution manometry between October 2017 and November 2019 were evaluated retrospectively.Results: Eight patients had pseudoachalasia, and two patients had secondary achalasia. The mean age of the 77 patients (43 male) diagnosed as true achalasia was 49.9917.68 years (23–76 years). One-fourth of the patients were younger than 36 years, and one-fourth were older than 63.5 years. The mean time from onset of symptom to diagnosis was 4.434.05 years (1–20 years) in the slightly male predominant patient group. According to Chicago Class 3.0 criteria, patients were diagnosed as Type 1, 2, and 3 achalasia in 35 (45.5%), 39 (50.6%), and 3 (3.9%) study patients, respectively. The mean relaxation pressure used for the evaluation of esophagogastric junction relaxation was 22.8111.44 mmHg, and the mean lower esophageal resting pressure was 31.9618.74 mmHg. The mean relaxation pressure and mean lower esophageal resting pressure were significantly higher in Type 2 patients than Type 1 patients (p < 0.001 and p < 0.001, respectively).Discussion: The current technology facilitates the easy diagnosis of achalasia. However, the major problem in diagnosis and treatment is the various barriers that prevent patients from accessing motility studies. Delayed esophageal motility tests may cause prolonged pre-diagnosis symptoms. Patients with dysphagia should be referred for an esophageal motility test, even if their esophagogastroscopic examination is normal.

Bu çalışmanın amacı antrokoanal polip nedeniyle tedavi edilen hastalardamaksiller sinüs boyutlarının polipten etkilenip etkilenmediğini araştırmaktır.MetodBu retrospektif çalışmada ACP nedeniyle opere edilmiş 38 hastanın medikalkayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Bu hastalardan multislice computedtomografisi (MSCT) olan 30 hastanın paranazal multislice komputerize tomografi(CT) görüntüleri ile 30 tane benzer yaş ve cinsiyetteki herhangi paranazal birhastalığı olmayan 30 sağlıklı bireyin CT görüntüleri değerlendirilmiştir. 30ACP li hastanın polipli taraftaki MS anteroposterior, transvers ve craniocaudalmesafeleri ile MS yüzey alanları ve MS hacimleri aynı hastaların karşıtaraflarıyla ve sağlıklı bireylerle karşılaştırıldı.BulgularACP li hastaların yaş ortalaması 29.75 ± 13.61 kontrol grubunun yaşortalaması 28.88± 12.78 di. ACP li hastaların polipli MS leri ile karşı tarafMS leri karşılaştırıldığında MS anteroposterior, transvers, yükseklik, yüzeyalanı ve hacim açısından istatistiksel olarak farklılık saptanmadı(p=0.21,p=0.06, p=0.09, p=0.07, p=0.05sırasıyla). Buna karşın ACP li hastaların polipli taraftaki MS leri ilesağlıklı bireylerin MS leri karşılaştırıldığında anteroposterior, transvers,yüzey alanı açısından istatistiksel fark olmasada MS yüksekliği ve hacmiaçısından istatistiksel fark bulunmuştur(p=0.05, p=0.15, p=0.06, p=0.02,p=0.02, sırasıyla)SonuçACP li hastalarda polipli MS boyutları genel olarak artış göstermesinerağmen sadece MS yüksekliği ve hacimi açısından normal bireylere göre anlamlıdüzeyde artış göstermektedir., The aim of this study was to investigatewhether the maxillary sinus dimensions of patients who were treated withantrochoanal polyps were affected by polyps.Material and MethodsIn this retrospective cross-sectional study,the medical records of 38 patients who were operated on for antrochoanal polypwere retrospectively reviewed. After exclusion 30 patients with multislicecomputed tomography and paranasalmultislice computed tomography images and computed tomography images of 30healthy individuals with similar age and gender without any paranasal diseasewere evaluated. Maxillary sinus anteroposterior, transverse and craniocaudaldistances , maxillary sinus surface areas and Maxillary sinus volumes on thepolyped side of the 30 Antrochoanal polyp patients were compared to theopposite sides of the same patients and to healthy subjects.ResultsMean age of the antrochoanal polyp patientswas 29.75 ± 13.61 and the mean age of the control group was 28.88 ± 12.78.There was no statistically significant difference in the anteroposterior,transverse, elevation, surface area, and volume of maxillary sinus compared with the polypedmaxillary sinus of antrochoanal polyp patients (p = 0.21, p = 0.06, p = 0.09, p= 0.07, p = 0.05, respectively) . None the less, there was a statisticallysignificant difference in MS height and volume with respect to theanteroposterior, transverse, and surface area statistical difference whencomparing antrochoanal polyp on polyped side of antrochoanal polyp patientswith that of healthy individuals (p=0.05, p=0.15, p=0.06, p=0.02, p=0.02,respectively)ConclusionAlthough polyped Maxillary sinus sizes inantrochoanal polyp increases in patients with antrochoanal polyp, but showsonly a significant increase in maxillary sinus height and volume compared tonormal individuals.

Although isolated mucosal candidiasis of the larynx without pulmonary involvement is very rare, it can be seen in immunocompromised individuals with an underlying disease. A 25-year-old male patient presented with hoarseness, sore throat, dysphagia, and isolated laryngeal mucosal candidiasis on video laryngoscopic examination. As a result of the tests, it was found that the patient developed immune suppression due to miliary tuberculosis and laryngeal candidiasis as an opportunistic infection. The patient was started on antituberculosis treatment and candida plaques completely regressed with 2x400 mg/day fluconazole treatment., Akciğer tutulumu olmaksızın larenksin izole mukozal kandidiazisi oldukça nadir olmakla birlikte, altta yatan hastalığı olan immun düşkün kişilerde görülebilmektedir. Yirmibeş yaşında erkek hasta ses kısıklığı, boğaz ağrısı, yutma güçlüğü şikayeti ile başvurdu, videolarengoskopik incelemesinde izole larengeal mukozal kandidiazis bulguları izlendi. Yapılan tetkikler sonucunda hastada miliyer tüberküloz nedeniyle gelişen immun supresyon ve bir fırsatçı enfeksiyon olarak larengeal kandidiazis geliştiği saptandı. Hastaya antitüberküloz tedavi başlandı, 2x400 mg/gün flukonazol tedavisi ile kandida plakları tamamen geriledi.

Çocuklar gelişim özellikleri ve merakları nedeniyle yabancı cisimleri ve oyuncakları ağızlarına götürmeye eğilimlidirler ve bazen onları yutabilirler. Teknolojik aletlerin ve oyuncakların artması ile birlikte pillerin çocuklar tarafından yutulma sıklığının da arttığı bildirilmektedir. Bu derlemede amaç, çocuklarda yabancı cisim yutulmasında büyük bir tehlike olarak görülen pillerin yutulmasının çocukların sağlığı üzerine olumsuz etkilerini incelemek, eğitim/danışmanlık ile gerekli önlemlerin alınabileceğini ve kaza sıklığının azalabileceğine dikkat çekmektir. Yapılan çalışmalarda kaza ile yutulan pillerin; özofagustan trakea ve aorta kadar uzanan yaralanmalara, kanamalara neden olduğu, kostik özofageal yaralanma, mediastinit, trakeoözofagial fistül, özofagusperforasyonu, özofagus darlığı, trakealstenoz gibi komplikasyonlara hatta ölüme neden olduğu bildirilmiştir. Sonuç olarak, çocukların kaza ile pil yutmasının acil müdahale gerektirdiği aksi halde ölümcül komplikasyonlara yol açabildiği görülmektedir. Çocukların pil yutmasına karşı önlem almak için, ebeveynler ve çocuğa bakan kişiler, pil yutulması sonucu gelişebilen tehlikeler hakkında bilgilendirilmeli, yapılacak ev ziyaretleri ile ev ortamını kazalara karşı güvenli hale getirebilmeleri konusunda farkındalıklarının arttırılması gerekmektedir., Children tend to take foreign objects and toys in their mouths and could swallow them because of their developmental characteristics and curiosity. The frequency of children’s swallowing battery is said to have increased in parallel to increasing technological materials and toys. Objective of this review is to investigate negative effects of swallowing batteries as big dangerous in children, emphasize that required measures could be taken by education/consultation and frequency of this accident could decrease. It is suggested that swallowed batteries could cause injuries from esophagus to trachea and aorta, and some complications such as bleeding, caustic esophageal injuries, mediastinitis, trachea-esophageal fistula, esophagus perforation, esophageal stenos and tracheal stenos even deaths. It is seen that an intense follow-up and emergency intervention are needed for children swallowing battery accidently Otherwise, it could cause fatal complications. For taking measures, parents and other caregivers for children should be educated about hazards of swallowing batteries and their awareness of safe home environment for home accident should be raised.

Gastrointestinal sistemin en sık epitelyal olmayan benign tümörü olanlipom kolonda nadir olarak görülür. Bu yazıda karın ağrısı şikayeti olan 55yaşında erkek hastada kolonoskopide çıkan kolonda lümeni tıkayan polipoid kitlesunulmaktadır. Olgu yapılan histolojik incelemede submukozal lipom tanısıalmıştır., Lipoma, the most common non-epithelial benign tumor of the gastrointestinaltract, is rarely seen in the colon. Here, we report a case of ascending colonlipoma in a 55 year-old patient who had abdominal pain and a polypoid mass detectedduring colonoscopy, obstructing the lumen of the ascending colon The mass wasdiagnosed as submucosal lipoma on histological examination.

Objective: Sensorineural hearing loss can occur as a complication of autoimmune and inflammatory diseases. Although psoriasis is also a chronic inflammatory skin disease characterized by T-cell mediated hyper proliferation of the keratinocytes, the information about the relationship between audiological disorders is limited in the literature and the relationship with vestibular disorders has not been investigated before. In this study, we aimed to investigate the presence of audiovestibular disorders and their relationship with disease parameters. Methods: Sixty-one patients with psoriasis and 61 healthy individuals were included in this prospective cross-sectional study. Those with possible etiologic factors that may lead to hearing and balance disorders were not included in the study. All participants were first performed a full ear, nose and throat examination. Subsequently, full audiological examination (pure audiometry, autoacoustic emission, stapes reflex, detection threshold of speech and discrimination) and electronystagmography tests were performed in the audiology laboratory where sound isolation was provided. Psoriasis severity was assessed by psoriasis area and severity index, body surface area and general evaluation of researcher. Results: There were significant differences between patients and controls in terms of audiovestibular symptoms. According to audiograms, predominant bilateral sensorineural hearing loss was detected in high frequency in psoriasis patients. The vestibular abnormalities in patients with psoriasis were found to be more frequent than those in controls, only saccadic test values were observed as statistically significant. Conclusion: Our study demonstrates that audiovestibular abnormalities are significantly associated with psoriasis. Therefore, patients with psoriasis should be evaluated for the co-occurrence of hearing loss or vestibular problems which might affect patients’ quality of life.

WOS: 000419616300003 Objective: The patch and prick tests have a place in the management of patients with hand eczema. In this study, we investigated whether some of the clinical features patients with hand eczema could provide us with the predictability of skin test results. Methods: In Cukurova University Faculty of Medicine, 67 consecutive patients with hand eczema; evaluated in terms of duration of disease, morphology and severity. All of the patients were undergoes patch tested with the European Standard Series, and needle testing with routine aeroallergens. Results: Patch test with at least one allergen was positive in 46.3% of the patients; wheras this rate was 23.9% for prick test. The likelihood of having a contact sensitivity of patients complaining of hand eczema for at least three years was statistically more significant [odds ratio (OR) 0.9]. Although statistically not significant, it is less likely to be sensitized to patients with keratotic and/or licheniform hand eczema (OR 0.3). The severity of hand eczema was not predictive of patch test, there was no indicator of needle test positivity. Conclusion: We strongly recommend patch testing in all patients with prolonged hand eczema.

Otoplasti,yüz germe ve skalp ameliyatlarında saçın cerrahi alana girmesi sık karşılaşılanbir problemdir. Saçın cerrahi alana girmesi sterilite açısından sorunyaratır. Ayrıca cerrahın çalışmakonforunu azaltarak ve ameliyata odaklanmasını zorlaştırarak operasyonsüresinin uzamasına sebep olabilmektedir.Skalpoperasyonlarında saçın ekartasyonu için metal tarak1 ve metal toka2 kullanılmıştır.Yüz germe ameliyatlarındapostauriküler bölgedeki inziyon alanındaki saçların küçük demetler halindebağlayarak cerrahi alanı hazırlamak için eldiven parmaklarından kesilerekhazırlanan lastik halkaların kullanılması ucuz ve pratik bir yöntemdir.3 Saçı küçükdemetler halinde bağlamak için hemoroid band ligasyonunda kullanılan McGivneyaletiyle beraber ligasyon bandının kullanımı4 veya klempinboynuna ligasyon bandının geçirilip saç demetinin klemple tutulmasından sonrabandın saç köküne doğru kaydırılması5 gibi farklıyöntemler de bildirilmiştir.Otoplastiameliyatlarında saçların uzaklaştırılarak cerrahi alanın hazırlanması içinyapışkanlı cerrahi örtüler tercih edilmektedir. Bu örtüler saça yapıştığı içinçıkarılırken saç kopma kırılmasına sebep olabildiği gibi lokal anestezi altındagerçekleştirilen operasyonlarda hastanın canı yanabilmektedir. Kayıran6 sıvı geçiren yapışkanlı cerrahi örtülerkullanılması durumunda operasyon bitiminde örtünün %70’lik alkol ileıslatıldığında kolayca çıktığını bildirmiştir.Kulak ameliyatlarında saçın saçınekartasyonu için yüzme bonesi7 ve saçlı deriyive boynu sarıp kulaklar ve yüzü açıkta bırakan, tapınak şövalyelerininbaşlığını andıran medikal elastik maske8 kullanılması önerilmiştir.Otoplastiameliyatlarında saçların cerrahi alandan uzaklaştıtlmasında saç jölesikullnmaktayız. Saçlar jöle yardımı ile kulaktan uzaklaşacak şekilde arkayayatırılmaktadır (Şekil 1). Takiben cerrahi alan boyanıp steril örtülerörtülerek operasyon gerçekleştirilmektedir. Hastalara postoperatif ikinci gündepansumanı açarak banyo yapması önerilmektedir. İki gün boyunca saçının jölelikalmasından şikayet eden hastamız olmamıştır. Otoplasti ameliyatlarındasaçların cerrahi alandan uzaklaştılması için saç jölesi kullanılması ucuz vepratik bir yöntemdir., Hair interference is acommon problem at otoplasty, facelift and scalp surgeries and it is a threatfor sterility. Also it discomforts the surgeon and makes difficulty for concentrating onoperation. In this manner it can result in longer operation time.At scalp operationsmetal combs1 and hair clips2 have been usedfor hair seperation. At facelift operations, using rubber bands that are made by cutting surgical gloves fingers forbunching hairs at the incison lines at the postuaricular area is a cheap andpractical method.3 McGivneyinstrument, that has been designed for rubber band ligation of hemorrhoids, has been used for bunching hairs4. Also an artery clip and haemorrhoid band can be usedfor same purpose: The band is mounted on to an artery clip that grasps the hairsection while the band is rolled down over the clip.5At ear surgeries,surgical drapes are preferred worldwide for preparing surgical site.Whileremoving the drape it can cause rupture or fracture of hair strands and also patients operated underlocal anesthesia can feel pain. Kayıran6 has used apostauricular adhesive tape to prevent hair interference and he reported that thetape was easily removed by peeling it off after 70% alcohol was sprayed on. Latexor silicone swimming cap has been used for tucking the hair into cap behind theears.7 A medical elasticstocking open at the ears and at the face has been used for preventing hairinterference.8We are using hair gelfor preventeing hair interference at otoplasty surgeries.Hairs are reclinedposteriorly by the help of hair gel (Figure 1). Afterwards surgical site iscleaned with povidone iodine and closed with sterile clothes. Not a hair strandgoes out of sterile clothes and interferes with operation. Patients are told toremove dreessing and have a shower at thepostoperative second day. None of the patients complain about keeping hair gelon hairs for 2 days. Using hair gel for hair seperation at otoplasty surgery isa cheap and practical method.

Chewing, transfer of nutrients and swallowing are continuous events. Chewing function covers the coordinated movement of teeth, chewing muscles, temporomandibular joints, tongue, cheeks and lips. Swallowing is a dynamic and complex movement with a widespread sensory motor neural network, requiring coordinated work of lips, tongue, palate, pharynx, larynx and esophageal muscles. In case of dysphagia, defined as deterioration at any stage of the swallowing sequence, the safety, efficiency or adequacy of food intake may be impaired. Patients with dysphagia are known to be at greater risk of developing aspiration pneumonia Diagnosis and treatment of these patients often requires a multidisciplinary approach. It is critical for an impaired oral and dental health condition and oral infections, especially for aspiration and related conditions. In order to prevent such infections, patients with swallowing dysfunction should care to oral and dental health, and they should be trained to provide oral hygiene. In these patients, it will be possible to contribute to the chewing function and indirectly to swallow problems by completing the oral and dental treatments and providing a good occlusion., Çiğneme, besinlerin transferi ve yutma süreğen olaylardır. Çiğneme fonksiyonu dişlerin, çiğneme kaslarının, temporomandibular eklemin ve dilin, yanakların, dudakların koordineli hareketlerini içerir. Yutma fonksiyonu ise dudaklar, dil, damak, farinks, larinks ve özefagus kaslarının koordine çalışmasını gerektiren, yaygın duyusal motor sinir ağına sahip, dinamik ve karmaşık bir harekettir. Yutma dizisinin herhangi bir aşamasında gerçekleşen bozulma olarak tariflenen disfaji durumunda besin alımının güvenliği, verimliliği veya yeterliliği zarar görebilir. Çoğunlukla disfaji tanı ve tedavisi multidisipliner bir yaklaşım gerektirir. Disfajisi olan hastalar aspirasyon pnömonisi gelişimi açısından büyük risk içindedirler. Bozulmuş bir ağız ve diş sağlığı varlığı ile ortaya çıkan oral kaynaklı enfeksiyonlar, özellikle aspirasyon ve ilişkili enfeksiyonlar için kritiktir. Bu tip enfeksiyonların önüne geçmek için yutma fonksiyon bozukluğu olan hastalar ağız-diş sağlığına önem vermeli, ağız hijyeninin sağlanması için eğitilmelidirler. Bu hastalarda ağız-diş sağlığına yönelik tedavilerin tamamlanması ve iyi bir diş kapanış ilişkisinin sağlanması ile çiğneme fonksiyonuna, dolaylı olarak da yutma problemlerinin giderilmesine katkı sağlanması mümkün olacaktır.

ÖzetAmaç: Buçalışmada; bölgemizde doğmuş sağlıklı yenidoğanlardaki işitme tarama sonuçlarıgüncel literatür eşliğinde sunulmuştur.Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2017-Mart 2019 tarihleriarasında bölgemizde doğan matür ve sağlıklı 8003 bebeği dahil ettik. Doğumsonrası ilk 1. haftada geçici uyarılmış otoakustik emisyon ile ilk taramayapıldı. Daha sonra aynı test ile taramayı geçemeyen hastalara 15 gün sonra 2.tarama yapıldı. Bu taramayı da geçemeyen bebeklere işitsel beyin sapı yanıtıtesti uygulandı. Son tarama testi sonrası tek ya da çift taraflı cevapalınamayan bebekler olası işitme kaybı ön tanısıyla bir üst merkeze sevkedildi.Bulgular:Çalışma sonucunda olası işitme kaybı olan bebek sayısı 26 (%0.32) olaraksaptandı. Yenidoğanların yarısında (n=13) tek taraflı işitme kaybı diğeryarısında (n=13) ise çift taraflı işitme kaybı olduğu tespit edildi.Sonuç: Tümyenidoğanlara ilk bir ay içinde işitme tarama testleri yapılmalı ve testigeçemeyenler bir üst merkeze sevk edilmelidir. İşitme kaybı saptanan bebeklerin6. aydan önce rehabilitasyon programına başlanması sağlanmalıdır.Anahtar Kelimeler:Yenidoğan, işitme taraması, işitme kaybı, Objective: In this study, the results of auditory screeningtests of healthy newborns in our region are presented in the light of currentliterature.Materialsand Methods: A total of8003 infants born in our region between January 2017 and March 2019 wereincluded in this study. Initial screening tests were performed in the firstpostnatal week with temporary evoked otoacoustic emission, which was re-applied15 days later to patients who did not pass the initial test. If the newbornfailed both tests, auditory brainstem response tests were applied for furtherassessment. After the last screening test, babies who did not have unilateralor bilateral response were referred to a higher healthcare center with apreliminary diagnosis of possible hearing loss.Results: The number of infants with possible hearing loss was26 (0.32%). Half of these newborns (n = 13) had unilateral hearing loss and theother half (n = 13) had bilateral hearing loss.Conclusion: All newborns should undergo hearing screening testswithin the first month and those who fail the test should be referred to ahigher healthcare center. Rehabilitation programs should be provided for babieswith hearing loss before the 6th month.Keywords: Newborn, auditory screening, hearing loss

Distoni devamlı ya da aralıklı kas kasılmalarının yol açtığı tekrarlayıcı, anormal istemsiz hareketler ve postür bozukluğudur. Distoniler başlangıç yaşına, yayılımına, etyolojisine göre sınıflandırılırlar. Distonide etyolojinin belirlenmesi tedaviye yaklaşımı değiştirmektedir. Çalışmamızda distonisi olan çocuk hastaların demografik özellikleri, sınıflandırması ve tedavi yaklaşımı gözden geçirilmek istenmiştir. Çalışmamıza 2010 ve 2016 yılları arasında başvuran 18 yaş altı hastalar dahil edildi. Bu hastalardan distoni kelimesini içeren ön tanılar (tanımlanmamış distoni, ilaca bağlı distoni, orofasiyal distoni gibi) girilmiş olan hastalar seçilerek dosyaları retrospektif olarak incelendi. Distoni tanısı olan 29 hasta tespit edildi. Yaş ortalamaları 10 olup (1 yaş-17 yaş arası) 13’ü kız, 16’sı erkek hastaydı. En sık saptanan sekonder distoni ve özellikle ilaca bağlı distonilerdi. Distonilerinin yayılım paternine bakıldığında ise en sık fokal distoni gözlendi. Primer distonilerde ilk tedavi olarak L-Dopa seçilirken, sekonder distonilerde tedavinin etyolojiye göre belirlendiği görüldü. Çocuk hastalarda distoniyi doğru tanıyabilmek ve sınıflandırmasını yapmak oldukça önemlidir. Çocuklarda sekonder distoni primer distonilerden daha fazla görülmektedir. Sekonder distonileri belirleyebilmek için hastalardan medikal öykülerini mutlaka içeren iyi bir anamnez alınmalı, ayrıca nörolojik muayenede distoniye eşlik eden tremor, kore, spastisite varlığı değerlendirilmelidir. Primer distonilerde ise L-Dopa tedavisi, Segawa Sendromu (Dopa yanıtlı distoni) olasılığı nedeni ile ilk seçenek olmalıdır. Dystonia is a repetitive and involuntary movement and posture disorder caused by sustained or repetitive muscle contractions. Dystonias are classified based on the age of onset, anatomic distribution, and etiology. In dystonia, treatment is based on the underlying etiology. In our study, we review the demographic characteristics, classification and treatment approach of the children with dystonia. This study included the patients aged below 18 years old who were admitted to our clinic between 2010 and 2016. Of these patients, those with a preliminary diagnosis of word dystonia (e.g. unidentified dystonia, drug-related dystonia, orofacial dystonia) were selected and their data were retrospectively analyzed. A total of 29 patients with dystonia were included. The mean age was 10 years (range: 1 to 17 years). Of the patients, 13 were females and 16 were males. The most common form of dystonia was secondary dystonia and drug-related dystonia. The most common form of dystonia based on the anatomic distribution pattern was focal dystonia. While L-Dopa was the preferred initial treatment for primary dystonias, treatment was chosen based on the etiology in secondary dystonia. It is significantly important to accurately recognize and classify dystonia in children. Secondary dystonia is more common than primary dystonia in children. A thorough anamnesis including the medical history of the patient should be obtained, and additional presence of tremor, chorea, and spasticity should be evaluated in the neurological examination to identify secondary dystonias. In primary dystonias, L-Dopa treatment should be the first choice due to the possibility of Segawa Syndrome (Dopa-responsive dystonia).

Rhinolith is a rare mineralized mass located in the nose. A rhinolith can be asymptomatic for many years and can be detected by chance during a routine examination. Unilateral nasal congestion and nasal discharge are the most common symptoms. Rhinolite cases are often followed as chronic sinusitis or allergic rhinitis. The diagnosis is made by rigid endoscopic examination and paranasal sinus tomography. Treatment is surgical removal of the mass. We present this case as a case of rhinolite followed by chronic sinusitis for many years in the light of literature., Rinolit burunda yerleşim gösteren mineralize nadir bir kitledir. Rinolit uzun yıllar asemptomatik olabilir ve rutin muayene esnasında tesadüfen tespit edilirler. Tek taraflı burun tıkanıklığı ve burun akıntısı en yaygın semptomlardandır. Rinolit vakaları sıklıkla kronik sinüzit veya alerjik rinit hastalığı olarak takip edilirler. Tanısı rijit endoskopik muayene ve paranazal sinüs tomografisi ile konur. Tedavisi ise kitlenin cerrahi olarak çıkartılmasıdır. Bu vakayı uzun yıllar kronik sinüzit tanısı ile takip edilen rinolit olgusu olarak literatür eşliğinde sunduk.

Amaç: Günümüzde acil servise başvuran hastaların toplam%2-3’ünü vertigo şikayeti oluşturmaktadır. Özellikle 60 yaş üzerinde sıklıklagörülen başdönmesi kişinin sosyal hayatını ve yaşayışını engellemekte; hattayaşlı hastalarda düşmeye yol açarak hayati tehlikelere neden olabilmektedir.Çalışmamızda; en sık periferik başdönmesi nedeni olan benign paroksizmalpozisyonel vertigo tedavisinde kullanılan Epley manevrasının hastanınşikayetleri üzerine etkisini araştırdık.Yöntem: Kulakburun boğaz hastalıkları ve acil servise başvuran ve periferik kökenli olduğutahmin edilen 347 hasta araştırmamızakatıldı. Hastalara Epley manevrası yapılmasının ardından iyileşmeleri takipedildi.Bulgular: Araştırmamıza katılan347 hastanın; 201 kadın (%58); 146 erkek (%42), yaş ortalaması 51,23 olarakbulundu. Hastaların %54,46’sı posterior kanal; %34,87’si horizontal kanal;%6,34’ü anterior kanal; %4,32’si çoklu kanal tutulumu göstermektedir. Epleymanevrası her hastaya yapılmış ve %94 başarı sağlanmıştır. Sonuç: BPPV tedavisinde Epley repozisyon manevrası,basit, güvenli, hızlı ve etkinliği yüksek bir yöntemdir., Objective: Patients with vertigo compose 2-3% of total admissions to emergency department. Dizziness affects especially the patients above 60 years of age creating social life difficulties and causing, leads to dangerous and life-threatening situations. In this study, we tried to show the effect of Epley maneuver on the symptoms of benign paroxysmal positional vertigo (BPPV) which is the most common type of peripheric vertigo. Method: A total of 347 patients who attended to otolaryngology and emergency departments of Ufuk University and Private Medisun Hospital between 15.08.2018 and 15.02.2019 with peripheric vertigo complaints were included in the study. Each patient was applied Epley maneuver and followed. Results were analyzed with SPSS program (Statistical Package for Social Sciences). Results: Of all the patients, 201 (58%) were women, and 146 (42%) were men with a mean age of 51,2±3,1 years. Posterior semicircular canal pathology was found in 54.5%; horizontal canal in 34.9%; anterior canal in 6.3%; multiple canal in 4.3%. Epley maneuver was applied to all patients and succeeded in 94% of the patients. Conclusion: Vertigo is a common symptom that can cause serious effects on lifestyle. Searching the etiology can be challenging for both the physicians and the patients. The most common cause of peripheral vertigo is BPPV. Epley maneuver is a simple, safe, quick and effective method for treatment and the diagnosis of BPPV. In conclusion, using canalith reposition maneuvers firstly will decrease the recovery time and save patients from time loss.

Objective: Comorbidities accompanying to cardiac disorders might be as detrimental as the diseases themselves. While it is not common, comorbidities associated with inner ear functions may also be seen. This study was planned to investigate evaluation of hearing which also includes high frequencies, and the presence of vestibular and tinnitus symptoms in children with acute rheumatic fever (ARF), Kawasaki disease (KD) or who underwent open heart surgery (due to atrial septal defect and/or ventricular septal defect, Tetralogy of Fallot).Methods: This study included a patient group including 214 children patients diagnosed with cardiac disorders (116 males, 98 females; mean age 9.70 [range 6-16]) and a control group including 44 healthy children who do not have any kind of chronic disease (21 males, 23 females; mean age 9.38 [range 6-16]). The subjects underwent hearing test with frequencies between 250-20000 Hz, vestibular and tinnitus symptoms were evaluated by Symptom Questionnaire Forms.Results: Out of 214 patients in the patient group, 6 (2.8%) had hearing loss in pure tones, 25 (11.7%) had in high frequencies, 35 (16.4%) had tinnitus symptoms, and 21 (9.8%) had vertigo symptoms. Hearing loss in high frequencies was detected in 11.7% of patients with ARF, in 22.7% of patients with KD, and in 7.8% of patients who underwent open heart surgery. The difference between KD patients and the control group in terms of hearing loss was statistically significant (p=0.014). Out of 214 patients in the patient group, 4 (1.9%) had hearing loss in pure tones and high frequencies, vertigo and tinnitus symptoms.Conclusions: Our results suggest that some childhood cardiac disorders can cause some changes in the inner ear, although the exact cause is unknown. Perhaps, a detailed hearing and balance examination should be a routine in a child diagnosed with a cardiac disorders. We think it is necessary to work on more comprehensive patient groups and tests in the future..

Bu çalışmada, Edirne ilinde damla sulama desteklemelerinden faydalanma durumu analiz edilmiştir. Bu amaçla Edirne ilinde 2012-2017 yılları arasında damla sulama desteği alan 41 üreticinin tamamıyla anket çalışması yapılmıştır. Çalışmada, aynı sayıda damla sulama desteği almayan, ancak damla sulama desteği alan işletmelerle yaklaşık olarak aynı işletme karakteristiklerine sahip üreticilerle de anket çalışması yapılmıştır.Oluşturulan gruplar arasında farklılık olup olmadığı, kesitli verilerde ki kare testi ile, normal dağılım gösteren sürekli verilerde t-testi ile, normal dağılım göstermeyen sürekli verilerde ise Mann-Whitney U testi ile ortaya konulmuştur. Desteklemeden faydalanma düzeyini etkileyen faktörlerin belirlenmesinde lojistik regresyon analizinden yararlanılmıştır. Lojistik regresyon analizi sonuçlarına göre, üreticilerin yaşlarının, toplam tarımsal gelirlerinin, tarım dışı gelir durumlarının, toprak analizi ve tarım sigortası yaptırma durumlarının damla sulama desteklemesinden faydalanma durumunu pozitif yönde, tarımda çalışan aile birey sayılarının ise negatif yönde etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Bu bulgular, damla sulama desteklerinden daha çok gelir seviyesi yüksek ve bilinçli üreticilerin yararlandığı sonucunu ortaya koymaktadır., In this study, utilization from drip irrigation subsidies in Edirne province was analyzed. For this purpose, total of 41 producers who utilized from drip irrigation subsidies between 2012-2017 years in Edirne province participated in the survey. Besides, the same survey was also conducted with the samenumber of producers who did not utilize from drip irrigation subsidies, but had the similar characteristics with the producers who utilized from drip irrigation subsidies for the comparison of the enterprises.During the analyzes of the data, normally distributed continuous data obtained for the groups were subjected to t-test, the data which were not normally distributed were subjected to Mann-Whitney U test and discrete data were subjected to Chi-Square Test and the differences between the groups were observed. It was utilized from logistic regression analysis for determining the factors affecting the utilization from the drip irrigation subsidies. According to the logistic regression analysis results, it was determined that farmers’ ages, total agricultural incomes, nonagricultural income, having soil analysis and agriculture insurance affected the utilization from drip irrigation subsidies positively and size of the family in the agricultural activities affected negatively. These results revealed that mostly, the farmers who were conscious and had higher incomes utilized from drip irrigation subsidies.

Amaç:Kronik otitis mediada dirençli mikroorganizmalar tedavi yanıtsızlığınave morbiditeye neden olmaktadır. Bu nedenlerden dolayı, üç yıllık dönemde, Kulak Burun Boğaz Hastalıkları polikliniğimizekronik otitis media tanısı ile başvuran hastalardan alınan dış kulak yolu kültürsonuçlarının incelemesi yapılmıştır.Gereçve Yöntem: 1 Ağustos 2015-1 Ağustos 2018tarihleri arasında herhangi birkulak operasyonu geçirmemiş kronik otitis media tanılı 66 hastadangönderilen dış kulak yolu kültür sonuçları retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların yaşı, cinsiyeti, başvuruzamanı (yıl/mevsim/ay), otoskopik ve odyolojik muayene bulguları, operasyonöyküleri ve dış kulak yolu kültür sonuçları ayrıntılı olarak kaydedilmiştir. Üreyenmikroorganizmaların tanısında rutin mikrobiyolojik yöntemler kullanılmıştır.Bulgular:Altmış altı hastadan gönderilen toplam73 kültür örneği incelenmiştir. 73 kültürün 62’sinde (% 84.9) üreme saptanırken, 11’inde (% 15.1) üreme saptanmamıştır. En sık olarak Pseudomonas aeruginosa (%42.4) üremesi tespit edilmiştir. Dört hastada(%4) polimikrobiyal üreme olmuştur. 9 hastadan (%13.6) alınan kültürlerde mayaüremesi saptanmıştır. Etkin tedavi sonrası nüksgelişen 7 hastadan dış kulak yolu kültürü tekrar alınmıştır. Tekrarlayan kulakakıntıların çoğunun (n:4, %57.1) tedavi sonrası ilk 6 ay içerisinde geliştiğive gelişen hastalarda en sık üreyen etkenin Pseudomonas aeruginosa (n:5, %71.4) olduğu tespit edilmiştir. Sonuç:Kronik süpüratif otitis media tanılı hastalardaetken mikroorganizmaların tespitinin, uygunantibiyotik tedavileri konusunda yol gösterici olacağı kanaatindeyiz., Introduction:Resistant microorganisms in chronic otitis media lead to treatment failure and morbidity. For these reasons, in a three-year period, the results of external ear canal culture from patients whom admitted to the out patient clinics of the Ear Nose Throat Disease (ENT) department with the diagnosis of chronic otitis media were examined.Materials and Methods:Between August 2015 and August 2018, the results of external ear canal culture sent from 66 patients with chronic otitis media without any ear surgery were retrospectively reviewed.Theages, sexes, admission time (year/ season/month), symptoms at admission, otoscopic and audiologic findings, history of operation and external ear canal culture results of the cases were recorded elaborately. Identification of isolated microorganisms were examined byc onventional method.Results:Seventy three culture samples sent from 66 patients were examined. While microorganism growth was found in 62 (84.9%) of 73 cultures, no growth was observed in 11 (15.1%).Pseudomonas aeruginosa (42.4%) was the most common isolated microorganism from cultures. Polymicrobial growth was observed in the cultures of 4 patients (4%).Yeast growth was detected in 9 patients (13.6%). Out of 7 patients who had recurrence after effective treatment, external ear canal culture was taken again. It was determined that most of the recurrent ear currents (n: 4, 57.1%) developed within the first 6 months after treatment and Pseudomonas aeruginosa (n: 5, 71.4%) was the most common causative agent.Conclusion:We believe that the determination of responsible microorganisms in patients with chronic suppurative otitis media will guide the appropriate antibiotic treatment.

Vulvar fibroepithelial polyp in a pregnant woman is a rare clinical condition. In this study, a case of a giant fibroepithelial polyp of vulva in a pregnant woman is reported. A pregnant woman presented with a pedunculated mass over right labium majus that grew up during pregnancy period was surgically removed. S urgical excision of the tumour was performed and postoperative recovery and pregnancy follow-up were uneventful. Fibroepithelial polyps are common lesions of skin but unusual locations have been rarely reported in literature. To the best of our knowledge , the presented case is one of the largest fibroepithelial polyp of vulva in a pregnant woman.

This research is a descriptive study aimed at examining the role of morphological awareness skills of deaf and hearing students on the reading process from a developmental perspective. A total of 141 students (67 deaf and 74 hearing students) from different levels of education (primary school, junior high school, and high school) participated in the research. Morphological awareness knowledge and skills of the research group were evaluated by two independent paradigms: a) morphological sensitivity, and b) morphological awareness paradigms. The data of the study were analyzed using variance analysis (GLM-Anova) and two-factor Manova (GLM-Manova), and the results showed that morphological awareness skills of deaf students were significantly lower than their hearing counterparts in all educational levels. Evidence for the present study is discussed with reference to reflections of poor morphological awareness performances in deaf students to their general reading and reading comprehension processes were discussed in detail.

Amaç: Bu araştırmada koklear implant ayarlamada kullanılan Nucleus Fitting Software (NFS) ve Custom Sound (CS) programlarının; T ve C seviyeleri, programlama süresi, hasta memnuniyeti ve ayarlamaların objektif ve subjektif testlerle kontrolü açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır.Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 16-80 yaş aralığında olup, Cochlear marka tek taraflı koklear implant kullanan 37 kişi dahil edilmiştir. Katılımcıların implantları NFS ve CS ile ayrı ayrı programlanmıştır. Her iki programlamayı yaparken de, kronometre ile süre tutulmuştur. Ayarlamaların ardından her bir program için subjektif değerlendirme açısından, katılımcıların serbest alanda işitme eşikleri ve kayıtlı konuşma kullanılarak konuşmayı anlama skorları hem gürültüsüz hem de sinyal-gürültü oranı +10 dB iken belirlenmiştir. Programların objektif değerlendirmesi için ise kortikal işitsel uyarılmış potansiyel ölçümleri yapılarak P1 cevapları saptanmıştır. Son olarak kullanıcılardan programları ses kalitesi, gürültüde konuşma anlaşılırlığı açısından değerlendirmeleri ve programlardan birini tercih etmeleri istenmiştir.Bulgular: NFS ve CS ile yapılan programlarda T ve C seviyeleri, işitme eşikleri, konuşma testleri, P1 cevapları ve hasta memnuniyeti açısından anlamlı farklılık elde edilmemiştir (p>0,05). NFS ile yapılan ayarlamalar ise CS'den daha kısa sürmüştür (p0,05). Adjustments with NFS were shorter than CS (p