Search

İnsanlık tarihi boyunca görülen kaynağı belli ya da belirsiz birçok salgın hastalığa bir yenisinin eklendiği Covid-19 süreci tüm dünyayı olumsuz etkilemektedir. Bu etkiler hastalığa bağlı can kayıpları başta olmak üzere, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda ciddi bir biçimde kendisini göstermektedir. Tüm dünya ülkelerinin nerdeyse eş zamanlı yaşamaya başladığı salgın hastalığa bağlı olarak yaşanan küresel ekonomik kriz, sağlıktan eğitime, siyasete kadar tüm yaşamsal döngüleri felç etmiştir. Bu çalışmada, yaşanan bu olumsuz etkilere bağlı olarak iş kaybına uğrayan ticari dünya mercek altına alınmıştır. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından pandeminin başından beri alınan önlemler, iş dünyasını rahatlatmak adına önerilen projeler ve özellikle de pozitif ayrımcılık yapılarak kadın girişimcilere yönelik olarak yapılan bir takım faaliyetler incelenmiştir. Bu salgın döneminin en büyük zorunluluklarından biri olan dijitalleşme süreci, salgından korunmak için alınan sokağa çıkma yasakları ve sosyal mesafe gibi önlemlere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Bu bağlamda TOBB tarafından yapılan, girişimcileri özellikle de kadın girişimcileri dijital ortama yönlendirmeyi amaçlayan 8 proje çalışma kapsamında analiz edilmiştir., The most recent one called COVID-19 broke out in December, 2019 in Wuhan, China and has still been troubling the countries on the world. The impacts of the pandemic have shown not only on death tolls but also on social, economic and cultural aspects. The global economic crisis stemmed from the epidemic in almost every country has paralyzed everyday life circumstances from health to education and politics. In the study, the business world which is affected by the pandemic is examined in detail. The study especially takes the projects financed and suggested by the Union of Chambers and Commodity Exchanges of Turkey for women entrepreneurs as sample. As an obligation these days, digitalizing has become the trendiest topic in business world. Because of lock downs and social distancing precautions, 8 projects that are suggested by the Union of Chambers and Commodity Exchanges of Turkey have started to be conducted on digital platforms by the entrepreneurs, especially woman entrepreneurs. The digitalizing process of these projects is the main purpose of the study and as the digitalization is getting more and more important day by day, it is a crucial subject to study on as well.

The Index of Economic Freedom is an annual index and ranking created by The Heritage Foundation and The Wall Street Journal in 1995 to measure the degree of economic freedom in the world's nations. There are many kinds of Economic Freedom Indices depending on variables which many institute or company determine for their research. The aim is to predict countries or regions according to economic parameters. In this study, fuzzy clustering algorithm is proposed for economic freedom ındex calculation. By using degree of memberships founded by FCM, Economic Freedom index will be calculated for regions. Results compared with indices calculated by The Heritage Foundation for the year 2013, 2014, 2015 and 2016. It is showed that FCM is an alternative method for index calculating systems., Ekonomik Özgürlük Endeksi, Heritage Foundation ve Wall Street Journal tarafından 1995 yılında dünya uluslarındaki ekonomik özgürlük derecesini ölçmek için oluşturulan yıllık bir endeks ve sıralamadır. Birçok enstitü veya şirketin araştırmaları için belirlediği değişkenlere bağlı olarak Ekonomik Özgürlük Endekslerinin birçok türü vardır. Amaç, ülkeleri veya bölgeleri ekonomik parametrelere göre öngörmektir. Bu çalışmada, ekonomik özgürlük endeksi hesaplaması için bulanık kümeleme algoritması önerilmiştir. Bulanık C-Ortalamalar yardımıyla hesaplanan üyelik derecelerini kullanarak, ülkeler için Ekonomik Özgürlük endeksi hesaplanacaktır. Heritage Foundation tarafından 2013, 2014, 2015 ve 2016 yılları için hesaplanan endekslerle karşılaştırıldığında sonuçlar, BCO'nun endeks hesaplama sistemleri için alternatif bir yöntem olduğunu göstermiştir.

In this paper, the new weighted inequalities were derived by ?-distance which is similar to the given inequality for the potential operator defined in [1]. The results presented here would provide extensions of those given in earlier works. AMS Subject Classication: 31B10, 26A33, 35B45, 35B65, 46E30, 43A15, 47B37., Bu yazıda, [1] 'de tanımlanan potansiyel operatör için verilen eşitsizliğe benzer ?-mesafesi ile türetilen yeni ağırlıklı eşitsizlikler elde edilmiştir. Burada sunulan sonuçlar daha önceki çalışmalarda ki verilenleri destekler.

Today, water quality and water pollution can be detected using remote sensing and its terrestrial components. Remote sensing does not only provide a quick solution to detect water quality and pollution, but it could also be low cost. Within the scope of the study, the water quality of the İmranlı area of the Kızılırmak River, one of the most important water resources of the Sivas region and the İmranlı dam on the river, was investigated by spectral classification methods. Water samples were taken from various points on the river and dam and their chemical oxygen demands were determined in the laboratory. In addition, the reflectance values of the water samples taken by the local spectral measurements were examined in order to use as end members for spectral classification. CHRIS Proba is used as satellite image. Match filtering (MF), spectral angle mapping (SAM) and spectral information divergence (SID) methods have been used as the spectral classification methods and it has been examined which method gives better results in determining water quality. According to the results, it is understood that SAM method provides better classification accuracy than other methods., Günümüzde, uzaktan algılama ve yersel bileşenleri kullanılarak su kalitesi ve su kirliliğinin tespiti yapılabilmektedir. Uzaktan algılama, su kalitesini ve kirliğini tespit etmede hızlı bir çözüm sunmakla kalmaz aynı zamanda düşük maliyetli de olabilmektedir. Çalışma kapsamında Sivas bölgesinin en önemli su kaynaklarından biri olan Kızılırmak nehrinin İmranlı bölgesinin ve nehir üzerinde bulunan İmranlı barajının su kalitesi spektral sınıflandırma yöntemleri ile incelenmiştir. Nehir ve barajda çeşitli noktalardan su numuneleri alınıp bunların laboratuvarda kimyasal oksijen içerikleri tespit edilmiştir. Buna ek olarak alınan su numunelerinin yersel spektral ölçümlerle yansıtım değerlerine bakılmıştır. Ölçülen yansıtımlar uç üye olarak alınıp spektral sınıflandırmada referans olarak kullanılmıştır. Uydu görüntüsü olarak ise CHRIS Proba kullanılmıştır. Spektral sınıflandırma yöntemleri olarak ise eşleşen filtreleme (MF), spektral açı haritalama (SAM) ve spektral bilgi ayrımı (SID) yöntemleri kullanılmış olup hangi yöntemin su kalitesi tespitinde daha iyi sonuç verdiği irdelenmiştir. Sonuçlara göre SAM yönteminin diğer yöntemlere göre daha iyi sınıflandırma doğruluğu sağladığı anlaşılmıştır.

Dil eğitiminin metodolojik tarihinde sesletime verilen önem farklılık gösteregelmiştir. Araştırma ve öğretime dair gündemin baskın olan ideolojilerin ve metodolojik değerlendirmelerin doğasına bağlı olarak, sesletim ya çok fazla ilgi görmüş ya da bir kenara itilmiştir. Bu çalışma özellikle metodolojik anlamda dalgalı bir dönemi simgeleyen iki kutuplu popüler tartışmaların çerçevesinde, 1950'lerden günümüze sesletim eğitimine ayrıntılı bir bakış ortaya koymayı hedeflemiştir. Bunun yanında sesletime genel bakışı incelemeye ve müfredata dahil edilecek sesletim unsurlarına ve sesletimin nasıl öğretilmesi gerektiğine dair temel konuları özetlemeye çalışmıştır. Çalışma aynı zamanda ampirik araştırmalardan elde edilmiş veriler vasıtasıyla bilgisayar ve teknolojinin sesletim eğitimindeki yerini ele almaktadır. Sesletime dair tartışmalardan bazıları bu güne kadar bir sonuca ulaşamamış olsa da bu süreçte ortaya konulan zihinsel çaba; zorlu bir iş olan öğrencilerin sesletimlerini geliştirme işinin nasıl ele alınması gerektiğine dair bazı ilkeler ortaya koymada semeresini vermiştir, The value attached to pronunciation has kept changing continually in the methodological history of language instruction. Depending on the nature of methodological considerations that dominated research and teaching agenda, it either received too much attention or was marginalized. This study sets out to provide a comprehensive overview of pronunciation instruction from the 1950s to the present day, with a particular reference to popular bipolar debates that characterized this methodologically fluctuating period. Moreover, it attempts to examine the general outlook on pronunciation and summarize major issues concerning what components of pronunciation to include in the syllabus and how to teach it. The study also discusses the role of computers and technology in pronunciation instruction by incorporating data from empirical studies. Although some of the debates have been inconclusive up until today, the intellectual effort put in the process seems to have proved fruitful in providing some guidelines for dealing with the challenging task of improving learners’ pronunciation

Bu çalışmada demir için bir önderiştirme ve tayin yöntemi önerilmektedir. Yöntem sırasıyla şu adımlardan ibarettir: I) Mg(OH)2 kollektörüyle örnekteki demirin birlikte çökmesi II) Oluşan çökeleğin santrifüjlenerek ayrılması, III) Çökeleğin asitte çözülmesi IV) Elde edilen daha düşük hacimli çözeltide deriştirilmiş olan demirin tiyosiyanatla kompleksleşme yoluyla UV-VIS spektrofotometrik olarak tayin edilmesi. Santrifüjleme süresi, pH, Mg derişimi gibi etkenlerin çökmeye veya absorbans sinyaline etkileri araştırılmış ve bu etkenlerin optimum değerleri belirlenmiştir. Örnekteki toplam demir, birlikteçöktürme öncesi tek bir yükseltgenme haline (Fe(II) or Fe(III)) dönüştürülmüştür. Prosesin her ikisi için kalibrasyon grafiği oluşturulmuştur. Yönteme ait 0.01mgL-1 tespit sınırı ve 0.03-0.3 mgL-1 çalışma aralığı elde edilmiştir. Yöntem musluk suyuna, maden suyu örneklerine ve Rennie antiasit ilaç tabletine uygulanmıştır. Yöntemin doğruluğu analit aşılama yoluyla test edilmiştir. Elde edilen doğruluk değerlerinin çoğu yüzde geri kazanım olarak % 90100 arasındadır. Tekrarlanabilirlik veya kesinlik için ise bağıl standart sapma olarak çoğunluğu % 5'i geçmeyen değerler elde edilmiştir, A method was purposed for preconcentration and determination of iron, in this study. The method consist of these steps respectively: I) Coprecipitation of the iron present in the sample with Mg(OH)2 collector. II) Seperation of the precipitate by centrifuging. III) Solving the precipitation in acid. IV) UV-VIS spectrophotometric determination of the iron concentrated in the resultant lower volume solution using its complexation with thiocyanate. The effects of factors such as centrifugation time, pH and Mg concentration on the absorbance signal were investigated and the optimum values of these factors were determined. Total iron in the sample was brought single oxidation state (Fe(II) or Fe(III)) before coprecipitation procedure.Calibration curve was derived for both of the proceses. The detection limit and working range for the proposed method were found to be 0.01 mgL-1 and 0.03-0.3 mgL-1 respectively. The proposed method was applied to tap water, mineral water samples and Rennie anti-acid drug tablet. The accuracy of the method was tested by analyte spiked method. The accuracy results in terms of Recovery % are between 90-100%. Mostly the relative standart deviations (RSD %) values do not exceed 5%

İki Cu(II) kompleksleri üzerine hesapsal araştırmalar yapıldı. Literatürde, bu kompleksler hakkında herhangi bir bilgi yada spektral sonuçlar yoktur. Bu çalışmada, hibrit DFT fonksiyonellerinden biri olan B3LYP söz konusu komplekslerin hesaplarında kullanıldı. Söz konusu komplekslerin optimize yapıları hesaplandı ve IR, UV-VIS ve NMR spektrumları hesaplandı ve detaylı bir şekilde incelendi. İlaveten, doğrusal olmayan optik özellikler, moleküler elektrostatik potansiyel (MEP) haritaları, MEP konturları ve tek dolu moleküler orbitalleri analiz edildi. Ligand ve metal atom arasındaki etkileşim enerjileri, oluşum entalpileri ve Gibbs serbest enerjisi araştırıldı. Geometrik yapı ve yapısal parametreler hesapsal tekniklerle belirlendi ve komplekslerin yapıları spektral analizler ile desteklendi. Söz konusu komplekslerin en aktif bölgeleri MEP haritaları ve MEP kontorları ile belirlendi, Computational investigations were done on two Cu(II) complexes. There is no any data or spectral results of them in literature. In this paper, B3LYP one of the hybrid DFT functions was selected for mentioned complexes. Optimized structures, IR, UV-VIS and NMR spectrum of studied complexes were calculated and were calculated and examined in detail. Additionally, molecular electrostatic potential (MEP) maps, MEP contours and single occupied molecular orbitals (SOMO) were analyzed. Interaction energies between ligands and the metal atom, formation enthalpies and formation Gibbs free energies were investigated. Geometric structure and structural parameters were determined by computational techniques and the structures were supported by spectral analyses. The most reactive regions of mentioned complexes were determined by MEP maps and MEP contours

Köfte, fiziksel ve kimyasal özelliklerinden dolayı mikrobiyolojik bozulmaya en duyarlı gıdalardan biri olarak bilinir. Gıda kaynaklı hastalıklar arasında et ve et ürünleri en büyük orana sahiptir. Nisin ve natamisin mikroorganizmaların inhibisyonu için faaliyetleriyle bilinen doğal katkı maddeleridir. Bu çalışmada, nisin ve natamisinin köfte kalitesi üzerine etkileri ve bu doğal antimikrobiyallerin köftede kullanım olasılıkları araştırılmıştır. Bu doğal antimikrobiyal maddeleri değişik oranlarda içeren köfte örneklerin kalitelerini belirlemek için kimyasal, mikrobiyolojik ve duyusal analizleri yapıldı. 0, 2.5 ve 5 g nisin/kg köfte ve 0, 2.5 ve 5g natamisin/kg köfte içeren köfte örneklerinin depolamaya bağlı olarak 0, 5, 10 ve 15. günlerde nem, kül, yağ içeriği, pH, toplam aerobik mezofilik bakteri sayımı ve duyusal değerleri araştırıldı. Duyusal kriter olarak sululuk, gevreklik, farklı tat ve koku, renk, lezzet ve genel tat değerlendirildi. Çok kriterli karar verme tekniklerinden SAW ve TOPSIS testleri duyusal analizlere uygulandı. Sonuç olarak, bu antimikrobiyalleri içeren köftelerin kabul edilebilir tüketim süresinin arttırdığı bulunmuştur. Duyusal analizlere göre 5 g nisin içeren köfte örneği en sevilen örnek olmuştur, Meatballs are known to be one of the foodstuffs most sensitive to microbiological deterioration due to their physical and chemical properties. Meat and meat products are known to be the leading sources of foodrelated diseases. Nisin and natamycin are natural additives which are known for their activities in the inhibition of microorganisms. In this study, an evaluation was made of the effects of nisin and natamycin on the properties of meatballs and the possibilities for use of these natural antimicrobials in meatballs were investigated. Chemical, microbiological and sensory analyses to determine quality were applied to meatball samples which included these natural antimicrobials at different ratios. Moisture, crispness, fat content, pH, total aerobic mesophilic bacteria count and sensory values of the meatball samples which included 0, 2.5 and 5 g nisin/kg and 0, 2.5 and 5 g natamycin/kg were analysed at 0th, 5th, 10th and 15th days, and changes in the product structure were recorded. The sensory properties of the meatballs were moisture, crispness, strange taste and odour, colour, flavour and overall taste. Multi-criteria decision-making techniques, SAW and TOPSIS tests were performed for the sensory analysis. The results showed that the acceptable consumption period of meatballs which included these antimicrobials was increased. According to the sensory analyses the most preferred meatball sample was that which included 5 g nisin

Until the invention of synthetic dye substances, natural dyes were used for the purpose of dyeing in textiles, food, medicine and cosmetics fields. With the introduction of synthetic dyes, their use increased and the demand for natural dyes decreased. However, as a consequence of studies made, the carcinogenic properties of synthetic dyes were revealed and that they could create serious problems for human health. Therefore, plant dyes have come to the fore again. In this study, an examination was made of the dye properties and colour and friction fastness values of basil (Ocimum basilicum) and lemon balm (Melissa officinalis) plants. According to the data obtained, basil and lemon balm dyeing were made with different mordants and different colors were obtained. The highest colour fastness values for basil were seen to be obtained with copper II sulphate, iron II sulphate, potassium bi chromate and citric acid mordants. The highest friction fastness values were obtained with copper II sulphate, potassium aluminium sulphate and citric acid mordants. For the lemon balm, the highest colour fastness values were obtained with all the mordants and the highest friction fastness values with acetic acid and citric acid mordants., Until the invention of synthetic dye substances,natural dyes were used for the purpose of dyeing in textiles, food, medicineand cosmetics fields. With the introduction of synthetic dyes, their useincreased and the demand for natural dyes decreased. However, as a consequenceof studies made, the carcinogenic properties of synthetic dyes were revealedand that they could create serious problems for human health. Therefore, plantdyes have come to the fore again. In this study, an examination was made of thedye properties and colour and friction fastness values of basil (Ocimum basilicum) and lemon balm (Melissa officinalis) plants. Accordingto the data obtained, basil and lemon balm dyeing were made with differentmordants and different colors were obtained. The highest colour fastness valuesfor basil were seen to be obtained with copper II sulphate, iron II sulphate,potassium bi chromate and citric acid mordants. The highest friction fastnessvalues were obtained with copper II sulphate, potassium aluminium sulphate andcitric acid mordants. For the lemon balm, the highest colour fastness valueswere obtained with all the mordants and the highest friction fastness valueswith acetic acid and citric acid mordants.

Bu çalışmada, termoelektrik jeneratörlerin çalışma prensiplerine uygun olarak çalışan bir prototip geliştirilerek içten yanmalı dizel bir motorun egzoz sistemine uygulanmıştır. Amaç, egzoz gazlarıyla atmosfere atılan ısı enerjisini kullanılabilir bir elektrik enerjisine dönüştürmektir. Termoelektrik modüllerin çalışma şartı olan fark sıcaklıklarını oluşturmak amacıyla sistemde iki farklı akışkan kullanılmıştır. Bunlardan ilki, sıcak yüzey şartını oluşturmak için kullanılan egzoz gazlarıdır. Diğer akışkan ise, termoelektrik modüllerde ihtiyaç duyulan fark sıcaklığının oluşmasını sağlayan soğutma suyudur. Malzemesi alüminyum alaşım olan sekizgen yapıya yerleştirilen 40 adet termoelektrik modül kendi aralarında elektriksel olarak seri bağlanmıştır. Motorda değişen devir ve yük durumuna göre termoelektrik jeneratör sisteminin performansı incelenmiştir. Aynı zamanda, termoelektrik jeneratör sisteminin ürettiği elektrik enerjisi konvertöre aktarılarak araç aküsü şarj edilmiştir, In this study, a prototype that works in accordance with the working principles of thermoelectric generator has been applied to the exhaust system of an internal combustion diesel engine. The aim is to transform heat energy that is discharged into the atmosphere into a usable electrical energy. Two different fluids have been used in the systems in order to create different temperatures that constitute the working conditions of thermoelectric module. One of them is the exhaust gases that are used to create a hot surface. The other fluid is cooling water that enables to create differential temperature that is necessary for thermoelectric module. 40 thermoelectric modules that are placed on octagonal structure composed of aluminum alloy material are connected to each other electrically. The performance of thermoelectric generation systems has been examined in terms of changing speed and load in the engine. At the same time, the vehicle battery has been charged by transferring the electrical energy to converters

Human hepatocellular carcinoma (HepG2) cells and colorectal adenocarcinoma (DLD-1) cells were treated with the synthesized water soluble phthalocyanine derivatives to understand the effect of the compounds both on colorectal and liver cancer cells. The compounds inhibited cell proliferation and displayed cytotoxic effect on these cancer cell lines however; the effect of the compounds on healthy control fibroblast cell line was comparatively lower. The compounds can be employed for cancer treatment as anticancer agents., İnsan hepatoselüler karsinoma (HepG2) hücreleri ve kolorektal adenokarsinoma (DLD-1) hücreleri, bileşiklerin hem kolorektal hemde karaciğer kanseri hücrelerindeki etkisini anlamak için sentezlenen suda çözünür ftalosiyanin türevleriyle etkileştirildi. Bileşikler hücre proliferasyonunu inhibe etti ve bu kanser hücre dizileri üzerinde sitotoksik etki gösterdi; buna karşın bileşiklerin sağlıklı kontrol fibroblast hücre hattı üzerindeki etkisi nispeten daha düşüktü. Bu bileşikler kanser tedavisinde antikanser ajanlar olarak kullanılabilir.

This study aimed to compare the dietary supplementation of oleuropein (O) and α-tocopherol acetate (TA) alone or with organic selenium (Se) on liver antioxidant status and some plasma biochemistry parameters in Japanese quails reared under heat stress (HS). A total of 800, two-weeks old quails were kept in wire cages in the temperature-controlled rooms at either 22°C or 34°C for 8 h/d and fed on a basal diet (NC) or the diets supplemented with TA (TA200) or O (O200) at 200 mg/kg alone or with OSe (TA200+OSe and O200+OSe) to the NC diet. HS decreased the total antioxidant status (TAS) and increased the total oxidative stress (TOS) and oxidative stress index (OSI) of liver compared to thermoneutral temperature (TN). The TA200, O200, TA200+OSe and O200+OSe diets increased TAS and decreased TOS of liver compared to those of quails fed NC. OSI was decreased by the TA200, O200 and TA200+OSe diets compared to NC and O200+OSe diets. HS reduced plasma albumin (A) and total protein (TP) concentrations, on the other hand, increased plasma glucose (G), total cholesterol (CHO) and triglyceride (TG) levels compared to TN. The TA200, O200, TA200+OSe and O200+OSe diets reduced plasma total CHO and TG levels and increased plasma A level. The TA200 and TA200+OSe diets reduced plasma G level and increased plasma TP levels compared to those of quails fed the other diets. In conclusion, dietary supplementation of vitamin E and oleuropein alone or with organic selenium is necessary to remove the negative effects of heat stress on liver antioxidant status and some plasma parameters of quails.

Arsenik yer yüzeyinde doğal olarak bulunmakta ve çevrede yaygın olarak görülmektedir. Doğal süreçler kadar insan faaliyetleri sonucu, dünyanın farklı bölgelerinde arsenik, yeraltı sularında bulunmaktadır. Çoğu ülkede olduğu gibi Türkiye'de de yeraltı suyunda ve yüzeysel sularda arsenik kirliliği belirlenmiştir. Arseniğin kronik sağlık etkileri, hiperpigmentasyon (koyu lekeler), hipopigmentasyon (beyaz lekeler), el ve ayaklarda keratoz gibi çeşitli cilt lezyonlarının gelişimini içerir. Arseniğe uzun süreli maruz kalındığında, mesane, akciğer, cilt, böbrek, karaciğer ve prostat kanserine neden olabilir. İnsan sağlığı üzerindeki yüksek toksik etkileri nedeniyle, Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı ve Dünya Sağlık Örgütü içme suyunda maksimum arsenik derişimini 10 µg/L ile sınırlamıştır. Türkiye'de ise bu değer 2008 yılından itibaren sınır değer 10 µg/L olarak belirlenmiştir. Arsenikle kirlenmiş yeraltı suları, içme suyu kaynağı olarak tüketilmesinin yanında sulama suyu olarak da ürün yetiştirmede ve hayvan sulamasında kullanılması, toprak ve ürün kalitesinde tehlike oluşturabilir. Arsenik seviyesinin yüksek olmasının, tohum gelişimini ve ürün oluşumunu engellediği tespit edilmiştir. Bazı ülkelerde yapılan çalışmalarda, besin maddelerinde, sularda ve toprakta değişen oranda arsenik seviyeleri belirlenmiştir. Arsenikle kirlenmiş besin, su ve toprak aracılığıyla hayvanlar, vücutlarında arseniği biriktirebilir ve bu hayvan ürünleri olan et, süt ve iç organların, insanlar tarafından tüketilmesi ile kalıntı arsenik, insan sağlığına zarar verebilir. Bitkilerde arsenik birikimi türe ve ortama göre farklılık göstermektedir. Bitkilerde arsenik birikim sıralaması genellikle kök>gövde>yaprak/meyve olarak belirlenmiştir. Bitkilerdeki arsenik derişiminin toprak ve sudaki arsenik derişiminden çok daha yüksek olduğu ve diğer canlılara toksik etki yaptığı görülmüştür. Bu derleme çalışmasında bitkilerde arsenik birikimi ve insan sağlığına etkisi değerlendirilmiştir, Arsenic occurs naturally in the earth's surface and is widely distributed in the environment. Arsenic is commonly encountered in groundwater in different parts of the world due to natural processes as well as from anthropogenic activities. Groundwater and surface water contamination by arsenic has been reported from many countries including Turkey. Chronic health effects of arsenic are lesions (spotted keratosis, melanosis, dorsal keratosis, hyper pigmentation, hyper keratosis and gangrene). Long-term exposure to arsenic may cause bladder, lung, skin, kidney, liver and prostate cancer. Due to the high toxic effects on the human health, the maximum contaminant level of arsenic in drinking waters was limited to 10 µg/L by the United States Environmental Protection Agency and World Health Organization. Arsenic level in drinking water was established as 10 µg/L in 2008 in Turkey. Arsenic-contaminated groundwater is also used for irrigation for the growing plants and livestock watering as well as the use of drinking water sources. Contaminated water, used in irrigation, could cause dangerous conditions in soil and product quality. Elevated arsenic levels in irrigation water were found to inhibit seed germination and seedling establishment of crops. A number of studies have reported a large variability in arsenic levels in foods, waters, and soils from different countries. Animals can accumulate arsenic via intake of contaminated feed, soil, water and then these animal tissue containing residues of arsenic can be harmful to human health who consumes the meat, visceral organs, and milk. Arsenic accumulation differs between plant species and individuals. The results showed that the trend of arsenic concentration in the plant tissues are root>stem>leaf/fruit. Concentration of arsenic in plants is much higher than the soil and water and it has toxic effects to the other organisms. In this review article accumulation of arsenic in plants and harmful effects on the human health are evaluated

Bu çalışma, p-Si kristali üzerine tris (2,2'-bipyridine) Ruthenium(II)-complex ince filmin döndürme kaplama yöntemi ile (Al/Ru(II)/p-Si) yapısının oluşturulması ile ilgilidir. Karakteristik parametreler oda sıcaklığında karanlık ve aydınlatma durumundaki akım-gerilim (I-V) eğrilerinden belirlendi. İlk olarak organik ince filmin optiksel özellikleri, soğurma spektrumu kullanılarak, bant aralığı 2.74 eV olarak bulundu. Ondan sonra Al/Ru(II)/p-Si fotodiyotunun, idealite faktörü (n), engel yüksekliği (?bI-V), difüzyon potansiyeli, engel yüksekliği (?bC-V) ve taşıyıcı konsantrasyonu (Na) gibi elektriksel parametreler, oda sıcaklığında (I-V) ve (C-V) ölçümlerinden hesaplandı. Her iki engel yüksekliği değeri birbirleri ile karşılaştırıldı. Cheung metodu kullanılarak karanlık ve 100 mW/cm2 aydınlatma durumu altında seri direnç (Rs), engel yüksekliği ve idealite faktörü belirlendi. Devrenin fotovoltaik parametreleri aydınlatma durumunda incelendi. Al/Ru(II)/p-Si için açık devre voltajı ve kısa devre akımı sırasıyla 439.9 x 10-3 V ve 36.6 x 10-6 A olarak bulundu. Ruthenium (II) complex, fotovoltaik performansı pozitif olarak etkilemiştir. Bu sonuçlar Al/Ru(II)/p-Si yapısının fotovoltaik ve fotodedektör uygulamalarında bir fotodiyot olarak kullanılabileceğini ortaya çıkarmıştır., This study is about the deposition of tris (2,2'-bipyridine) Ruthenium(II)-complex thin film on ptype crystalline silicon (Si) by spin coating method (Al/Ru(II)/p-Si). The characteristics parameters were evaluated from the current-voltage (I-V) under dark and illumination at room temperature. First, the optical properties of the organic thin film were determined from its optical absorption spectrum, and its band gap was found to be 2.74 eV. Then, the electrical parameters of the Al/Ru(II)/p-Si photodiode, such as the ideality factor (n), barrier height (?bI-V), diffusion potential, barrier height (?bC-V) and carrier concentration (Na) were calculated from the I-V and C-V measurement at room temperature. Both measurements barrier height values were compared. Cheung method was used to determine the series resistance (Rs), barrier height and ideality factor, under dark and 100 mW/cm2 illumination conditions. The photovoltaic parameters of the studied device were investigated under illumination conditions. The open-circuit voltage and short circuit current values for the Al/Ru(II)/p-Si were found to be 439.9 x 10-3 V and 36.6 x 10-6 A respectively. Ruthenium(II) complex positively influences the photovoltaic performance. These results reveal that the Al/Ru(II)/p-Si built can be used as a photodiode in photovoltaic and photodetector applications.

Bu çalışmanın amacı, kanin diş kökü uzunluğu ve servikal genişliğinin yapay bir sinir ağı yöntemi (ANN) ile tahmin edilmesinin fizibilitesini araştırmaktır. Bilgisayarlı tomografilerin (BT) panoramic görüntüleri ile rasgele 120 hasta değerlendirildi. 120 örnekten 96'sı (% 80) eğitim fazında, 24'ü (% 20) randomize bir seçimden sonra test aşamasında kullanıldı. Sağ maksiller kanin kök uzunluğu (RL), servikal genişliği (CW) ve intertuberal uzunluk (IL) ölçülerek bir veri dosyasına oluşturuldu. Sonuçlara göre, yöntem bu amaca uygun bulundu. Tahminler için ortalama karesel hata değerleri %2 ile %4.4 arasında bulundu. Bu ANN yönteminin kanin kök boyu ve servikal genişliği için alternatif bir yöntem olduğunu göstermektedir. Satın alınabilecek uygun maliyetli bir araç olan ANN yazılımı ve sistemi, daha ileri çalışmalar ve yazılım ayarlarının optimizasyonundan sonra dental implant ameliyatına adapte edilebilir, implant ameliyatlarında implantların boy ve genişlikleri için öngörü imkanı verebilir., The aim of this study was to investigate the feasibility of estimation of canine root length and cervical width by an artificial neural network method with an appropriate setting. We randomly obtained 120 representative samples of routine panoramic radiographs by computer tomography (CT). Of 120 samples, 96 (80%) were used in training phase and 24 (20%) were used in test phase after a randomized selection. The intertuberal length (IL) of maxilla and canine root length (RL) and canine root cervical width (CW) of the right canine tooth was measured and was entered to a datum file. According to the results, the method is convenient with this purpose. The mean square error values are lied between 2% and 4.4% for the estimations. This shows that the ANN method is an alternative method for the canine root length and cervical width. The ANN software and system, which is a cost-effective tool to purchase, can be adapted to dental implant surgery after further study and optimization of software settings, allowing for the prediction of the size and width of implants in implant surgery.

Mikroorganizmalar doğada çevresel stres koşullarına karşı biyofilm formasyonu gibi çeşitli direnç mekanizmaları geliştirmektedirler. Biyofilmler mikrobiyal hücrelerin yüzeylere güçlü adhezyonu sonucu oluşan sesil organizasyonlardır. Biyofilm ile ilişkili hücreler ekzopolisakkarit, protein ve DNA'dan oluşan ekstraselüler matriks tarafından korunmaktadır. Gıda endüstrisinde, biyofilm oluşumu çürükçül ve patojenik mikroorganizmaların gıda yada gıda yüzeylerine tutunma olasılığından dolayı hijyen ve güvenlik sebepleri ile istenmemektedir. Gıda kökenli patojen mikroorganizmalar, gıda endüstrisinde her yıl önemli ekonomik kayıplara sebep olmaktadırlar. Gıda patojenleri arasında oldukça önemli sayılan, yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olan Listeria monocytogenes gıda, çevresel ve klinik örneklerde yaygın olarak bulunmaktadır. Gram pozitif bir bakteri olan L. monocytogenes insanlarda gıda kökenli hastalık olan listeriosis oluşumundan sorumludur. Birçok çalışma Listeria türlerinin çeşitli gıdalar ile temasta biyofilm oluşturduğunu ve ekstraselüler polimerik bileşikleri ürettiğini göstermektedir. Biyofilmler antimikrobiyal ajanlara karşı daha dirençli oldukları için Listeria türlerinin farklı yüzeylerde biyofilm oluşturma kapasitesi gıda endüstrisi için büyük önem taşımaktadır. Çalışmamızda Listeria standart suşlarının zamana bağlı biyofilm oluşturma kapasitelerinin araştırılması ve konuyla ilgili literatüre katkı sağlanması hedeflenmiştir. Çalışma için 3 farklı Listeria türüne ait 4 standart suş kullanılmıştır. Kullanılan kültürler L. monocytogenes ATCC 7644, L. monocytogenes ATCC 19111, Listeria ivanovii ATCC 19119 ve Listeria innocua 6a33090dur. Biyofilm oluşumu 96 kuyucuklu plaklar içerisinde, Christensen ve arkadaşları tarafından önerilen mikroplak metodu modifiye edilerek araştırılmıştır. Çalışmada, 6, 12 ve 24 saatlik inkübasyon sonrasında zayıf biyofilm oluşumu gözlemlenirken, 48 saatlik inkübasyon sonunda bütün standart strainlerde orta dereceli biyofilm oluşumu tespit edilmiştir. Buna bağlı olarak, biyofilm oluşumu ve zaman arasındaki ilişkinin incelenmesi sonucunda, 48 saatlik inkübasyondan sonra biyofilm oluşumunda artış gözlemlenmiştir., In nature, microorganism have developed a variety of mechanisms of resistance to environmental stresses, such as the formation of biofilms. Biofilms are sessile organizations of microbial cells with a strong adherence to surfaces. Biofilm-associated cells are protected by an extracellular matrix consisting of exopolysaccharides, proteins and DNA In food industry, biofilm formation is undesirable for hygienic and safety reasons due to the possible attachment of food spoilage or pathogenic microorganisms to food or food surfaces. Foodborne pathogenic microorganism have caused the loss of millions dollars in the food industry each year. Listeria monocytogenes, which is emerged as an important foodborne pathogen in the latter part of the 20th century, is widely found in food, environmental and clinical samples. Listeria monocytogenesis a Gram-positive bacterium thatis responsible for causing the foodborne disease listeriosis humans. Several studies have demonstrated that Listeria species is able to form biofilms and produce extracellular polymeric substances on various food contacts. Since biofilms are more resistant to antimicrobial agents, the capability of Listeria species to form biofilms on different surfaces poses a major concern for the food industry. The purpose of the present study was to investigate biofilm formation capacity of Listeria standard strains depended on time and to contribute literature. For the investigation, was used 4 standard Listeria stains which are belong to 3 different Listeria species. Used cultures are L. monocytogenes ATCC 7644, L. monocytogenes ATCC 19111, Listeria ivanovii ATCC 19119 and Listeria innocua 6a33090. Biofilm formation were determined in 96well tissue culture plates with a microtiter plate assay (MP) described by Christensen et al. with modifications. After the 6, 12 and 24 hour incubation was observed weak biofilm formation whereas moderate biofilm formation was revealed for all standard strains after 48 hour incubation. Accordingly this, as a result of the investigation to relationship between biofilm formation and time, were observed that increasing to biofilm formation after 48 hour incubation.

Gilles Deleuze, felsefeyi kavram üreten bir disiplin olarak karakterize eder. Ona göre sinema sanatı da, yaratıcı eylem bakımından felsefenin yaptığına benzer şekilde, kendi karakteristik unsurlarını yani imgelerini kullanarak duygu ve düşünce üretebilir. Bu anlamda sinemanın görüntülerle düşünebilmeyi olanaklı kılan bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. Filmini çeken bir yönetmen, tıpkı bir filozofun yaptığı gibi havsalasındaki malzemelerini kullanarak anlam üretimine koyulur. Gilles Deleuze, sinema pratiğini düşünceyi bulunduğu noktadan alarak yukarıya taşıyan, harekete geçiren zihinsel bir etkinlik olarak yeniden konumlandırır. Deleuze'ün tanımladığı şekliyle sinema, düşüncenin, imgeler kanalıyla açığa çıktığı görsel bir evren yaratır. Bergson'un ortaya attığı hareket-imge ve zaman-imge kavramlarını sinemaya yerleştirerek görüntüler üzerinden işleyen bir tasniflendirme işlemi gerçekleştiren Deleuze, yeni bir imgeler ve göstergeler sınıflandırması yapar. Bu çalışmada Deleuze'ün Hareket-İmge ve Zaman-İmge adlarını taşıyan iki ciltlik sinema eseri temel alınarak filozofun sinemayla buluşan, diğer bir deyişle sinemayla beraber hareket eden düşünce akış şebekesi serimlenmeye çalışılacaktır, Gilles Deleuze indicates philosophy as a concept-inventing discipline. The art of film, Deleuze argues, through utilizing its characteristic elements, meaning images, produces affect and thought, in a similar way to philosophy creatively. In this sense, it can be said that film possesses the ability of thinking with images. Similar to that of a philosopher, a filmmaker creates meaning by using the materials present in his thought. Deleuze reconstructs the practice of film as a subjective activity in which thought is elevated from its plane and is in motion. In this way, film invents a visual universe in which thought is uncovered through images. Deleuze generates a categorization of visuals through developing Bergson’s movement-image and timeimage concepts in film; an attempt at the classifications of images and signs. In the work at hand, by building on the two volumes of The Movement-Image and The Time-Image by Deleuze, a philosopher’s confrontation with film or, in other words, his network of thought that’s set in motion in parallel with film is delineated

R, 2 -torsion free bir yarıasal halka, , halkasının bir kare kapalı Lie ideali, : -> toplamsal bir dönüşüm ve , halkasının merkezi olsun. Eğer her , ? için ( ) = ( ) + ( ) koşulunu sağlayan bir : -> türevi varsa dönüşümüne halkasının ile belirlenmiş bir genelleştirilmiş türevi denir. Bu çalışmada , türeviyle belirlenmiş bir genelleştirilmiş türev olmak üzere bazı komütatiflik koşulları incelenmiştir., Let be a 2 - torsion free semiprime ring, be a square closed Lie ideal of and be the center of . An additive mapping : -> is called a generalized derivation if there exists a derivation : -> such that ( ) = ( ) + ( ), for all , ? . In the present paper, we investigate some commutativity conditions admitting a generalized derivations with associated derivations satisfying several conditions.

As a relatively new concept, Internet of things (IoT) is known to offer some potentials for learning and teaching. Although this catchy term is becoming more and more popular in educational contexts, there is still need for clearing up the minds of teachers and students with respect to the nature of it and how it could be used for teaching and learning purposes. In this sense, this study aims to locate IoT in instruction and to provide a critical overview of it. It also makes a distinction between the use of IoT at the management and instructional levels in educational contexts. Today, educators seem to support the use of IoT in education but they mostly put forward ideas that seem to represent the use of IoT from an administrative perspective, leaving little space for discussions centering on direct instructional potentials of IoT. Therefore, this study highlights those benefits and discusses problematic issues, particularly with respect to access to digital devices and the Internet. It also attempts to provide a modest summary of recent studies focusing on the practical applications of IoT in educational settings., Oldukça yeni bir kavram olan nesnelerin internetinin öğrenme ve öğretmeye yönelik bazı imkanlar sunduğu bilinmektedir. Bu dikkat çekici terimin eğitim ortamlarında popülerliğinin artmasına rağmen, öğretmenlerin ve öğrencilerin, nesnelerin internetinin doğası hakkında ve öğretme/öğrenme açısından bu kavramın nasıl kullanılabileceğine dair aydınlanmaya ihtiyaçları vardır. Bu bakımdan bu çalışma, nesnelerin internetinin eğitimdeki yerini tartışmakta ve eleştirel bir bakıç açısı ile konuyu ele almaktadır. Bunun yanında nesnelerin internetinin eğitim ortamlarında yönetimsel ve öğretimsel kullanımı arasında bir ayrım yapmaktadır. Günmüzde eğitimciler nesnelerin internetinin eğitimde kullanımını desteklemekle birlikte, genellikle yönetimsel bir bakış açısına karşılık gelen fikirler öne sürmektedirler. Bu da nesnelerin internetinin doğrudan öğretimsel potansiyelleri üzerine yoğunlaşan tartışmalara çok az yer bırakmaktadır. Bu nedenle bu çalışma, nesnelerin internetinin olası faydalarını vurgulamakta ve özellikle dijital cihazlara ve internete erişim başta olmak üzere problemli konuları ele almaktadır. Ayrıca son zamanlarda nesnelerin internetinin eğitim ortamlarındaki uygulamaları üzerinde duran çalışmaların kısa bir özetini sunmaktadır.

Ticari etlik piliçlerde büyümenin doğrusal olmayan modeller kullanılarak karşılaştırması amacıyla yapılan bu araştırmada, ticari Ross 308 olarak adlandırılan hattın cinsiyet ayrımı yapılmış 240 adet günlük yaşta etlik civcivler kullanılmıştır. Günlük etlik civcivler her bölmede 10 erkek ve 10 dişi olacak şekilde erkek – dişi karışık 20 hayvan, 3 tekerrürlü tesadüf parselleri deneme düzeninde rastgele dağıtılmışlardır. Altı haftalık deneme süresince haftalık bireysel tartımlar yapılarak canlı ağırlık verileri toplanmıştır. Büyüme eğrilerinin karşılaştırılması amacıyla Gompertz ve Lojistik modeller kullanılmıştır. Gompertz ve Lojistik modellerde ergin ağırlıklar (β0) sırasıyla 4364,53 ve 3010,32 g olarak bulunmuştur. İntegrasyon katsayısı (β1) değeri Gomperzt modelde 4.62 olarak hesaplanmasına karşın Lojistik modelde bu değer 31.52 olarak Gomperzt modele göre daha yüksek hesaplanmıştır. Anlık büyüme oranı (β2) değeri Gompertz ve Lojistik modeller için sırasıyla 0.356 ve 0.835 olarak gerçekleşmiştir. Bükülme Noktası Yaşı (BNY) Gompertz ve Lojistik modellerde sırasıyla 4.31 ve 4.13 hafta, Bükülme Noktası Ağırlığı (BNA) sırasıyla 1605.79 ve 1505.16 g olarak tahmin edilmiştir. En çok büyüme hızı (EBH) Gompertz ve Lojistik modellerde sırasıyla 568.82 ve 628.17 g olarak bulunmuştur. Her iki modelden de hesaplanan Belirleme katsayısı (R2) ve Düzeltilmiş R2değerleri 0.997-0.999 arasında değişmektedir, In this study, which was conducted to compare the growth of commercial broiler chicks using non-linear models, 240-day old (gender-diverged) called Ross 308 broilers were utilized. They were divided into 20 chicks with 10 males and 10 females per section (mixed male and female) and were randomly distributed into 3 repetitions in randomized block design. During the six-week trial performed weekly individual weighing body weight data were collected. Gompertz and Logistic Models were used to compare growth curves. In Gompertz and Logistic Models, adult weights (β0) were found as 4364.53 and 3010.32 g respectively. Although the integration coefficient (β1) is calculated as 4.62 in the Gompertz model, this value is 31.52 in the logistic model, which is higher than the Gompertz model. The instantaneous growth rate (β2) was 0.356 and 0.835 for Gompertz and Logistic Models, respectively. The Bending Point Age (BNY) was estimated to be 4.31 and 4.13, the Bending Point Weight (BNA) was estimated to be 1605.79 and 1505.16 g weeks in Gompertz and Logistic Models, respectively. The highest growth rate (EBP) was found to be 568.82 and 628.17 g respectively in Gompertz and Logistic Models. The coefficient of determination (R2) and adjusted coefficient of determination (adj.R2) values calculated from both models range from 0.997 to 0.999.

Bu makalede k tane monoidin direkt çarpımının Bruck-Reilly ve genelleştirilmiş Bruck-Reilly *- genişlemelerinin, regüler, terslenebilir regüler, tamamen regüler ve orthodox olabilmesi için gerek ve yeter koşullar çalışılmıştır. Ayrıca, biz terslenebilir elemanlarının grubu sonlu üreteçli olmayan sonlu sunumlu bir monoid (sonsuz ranklı bir serbest grubun Bruck- Reilly genişlemesinin genelleştirilmiş Bruck-Reilly *-genişlemesi) örneği verdik., In this paper, necessary and sufficient conditions are studied for Bruck-Reilly and gener- alized Bruck-Reilly *extensions of direct product of k monoids to be regular, unit regular, completely regular and orthodox. Moreover, we give an example of a finitely presented monoid (generalized Bruck-Reilly *-extension of Bruck-Reilly extension of a free group with infinite rank), the group of units of which is not finitely generated. 2010 Mathematics Subject Classification: 16S15; 20E06; 20E22.

WOS: 000408112300005, PubMed ID: 28955563, Purpose: The aim of this study was to evaluate the amount of apically extruded debris during endodontic retreatment with different file systems. Materials and Methods: Sixty extracted human mandibular premolar teeth were used in this study. Root canals of the teeth were instrumented and filled before being randomly assigned to three groups. Guttapercha was removed using the Reciproc system, the Twisted File system (TF), and Hedstrom-files (H-file). Apically extruded debris was collected and dried in pre-weighed Eppendorf tubes. The amount of extruded debris was assessed with an electronic balance. Data were statistically analyzed using one-way ANOVA, Kruskal-Wallis, and Mann-Whitney U tests. Results: The Reciproc and TF systems extruded significantly less debris than the H-file (p

Today, abuse of volatile substances is an increasingly common public health problem in Turkey, as throughout the world. These substances are attractive to childen and adolescents as products containing inhalants are relatively inexpensive, legally and easily accessible, have a rapid effect and unwanted symptoms disappear quickly. Case No 1: A 16-year old male collapsed in the street who was intubated by paramedics and taken to the Emergency Department. A cigarette lighter and gas refill can were found in his pockets. Case No 2: The dead body of a 17-year old male who lived with his parents was found in the kitchen of their house. There was a court record of substance abuse inhalation. In the autopsies of both cases, the brain and cerebellum were observed to be hyperemic and oedematous. Hyperemia was also observed in tracheal and gastric mucosa. Toxicological and histopathological analyses were applied after the autopsies. Butane, as the active ingredient of lighter gas, was confirmed in samples of blood, bile and internal organs in the toxicology analysis. Histopathological examination of the brain, cerebellum, lung, liver and kidneys determined congestion. In this study, it was aimed to emphasize the importance of the causes of the increasing prevalence of inhalant abuse in children and young adults and the significance of forensic autopsy in the determination of the cause of death. To prevent inhalant abuse of substances which can be obtained cheaply and easily in our country, visual-auditory education-training and appropriate legal regulations are required. Keywords: Abuse of volatile substances, butane, adolescent, autopsy, forensic medicine

Amaç: Cumhuriyet Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Uygulama ve Araştırma Hastanesi Üroloji kliniğindeki son iki yılda gerçekleştirilen laparoskopik girişimlerin kısa dönem onkolojik ve fonksiyonel sonuçlarını sunmaktır. Yöntem: Mayıs 2015 ile Şubat 2018 tarihleri arasında kliniğimizde laparoskopik cerrahi uygulanan 13' ü pediatrik olan toplam 244 olguya ait olan veriler retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Laparoskopik cerrahi yapılan hastaların 139' u (57%) erkek, 105' i kadın (43%) ve bu hastaların 13' ü (5%) pediatrik olup hastaların ortalama yaşı 52.6 ± 17.6 idi. Hastaların 47'sine radikal nefrektomi, 46' sına radikal prostatatektomi, 37'sine basit nefrektomi, 35' ine renal kist eksizyonu, 26' sına parsiyel nefrektomi, 13' ü pediatrik olan 25 olguya dismembered pyeloplasti 15' ine adrenalektomi, 8' ine üreterolitotomi, 2' sine pyelolitotomi, , 2'sine sarkokolpopeksi, 1' ine ise inmemiş testis nedeniyle tanısal laparoskopi uygulanmıştır. Ortalama operasyon süresi 101.9 ± 62.7 dakika olup kanama miktarı ise ortalama 154.3 ± 138.7 ml olarak hesaplanmıştır. Ekstraperitoneal olarak uygulanan radikal prostatektomi haricinde diğer bütün olgularda transperitoneal yol tercih edilmiştir. Ondördü laparoskopik radikal prostatektomi olmak üzere yirmialtı olguda peroperatif ve/veya postoperatif dönemde kan transfüzyonu ihtiyacı duyulmuştur. Bir olgu haricinde intraoperatif açık cerrahiye geçme gereksinimi duyulmamıştır. Bir olguda ise postoperatif 4. günde kanama nedeniyle laparatomi ihtiyacı olmuştur. Altı olguda yüzeyel yara yeri enfeksiyonu gelişmiştir. Ameliyat sonrası ortalama hastanede yatış süresi 3.8 ± 2.7 gündür. Hastalarımızın ortalama takip süresi ise 16.5 aydır. Sonuç: Laparoskopik ürolojik cerrahiler; teknik olarak iyi tanımlanmış, iyi onkolojik ve fonksiyonel sonuçları olan aynı zamanda kısa yatış süresi ve kozmetik avantajları ile günümüzde sıklıkla tercih edilen minimal invaziv prosedürlerdir., Objective: Presenting short-term oncological and functional outcomes of laparoscopic procedures performed in the past two years in the Urology Department of Cumhuriyet University Health Services Training and Research Hospital. Method: Clinical data of a total of 244 patients, including 13 pediatric patients, who underwent laparoscopic surgery between May 2015 and February 2018 were evaluated retrospectively. Results: Of the patients who underwent laparoscopic surgery, 139 (57%) were male and 105 (43%) were female, 13 (5%) were pediatric and the mean age of the patients was 52.6 ± 17.6 . Radical nephrectomy was performed in 47 patients, radical prostatectomy was performed in 46 patients, simple nephrectomy was performed in 37 patients, renal cyst excision was performed in 35 patients, partial nephrectomy was performed in 26 patients, dismembered pyeloplasty was performed in 25 patients 13 of whom were pediatric, adrenalectomy was performed in 15 patients, ureterolithotomy was performed in 8 patients, pyelolithotomy was performed in 2 patients, sacrocolpopexy was performed in 2 patients, and due to undescended testicle diagnosis, laparoscopy was performed in 1 patient. The mean duration of operation was 101.9 ± 62.7 minutes and the mean amount of bleeding was found as 154.3 ± 138.7 ml. Transperitoneal approach was preferred in all other cases except extraperitoneal radical prostatectomy. Blood transfusion was required in twenty-six cases, fourteen of which were laparoscopic radical prostatectomy in perioperative and / or postoperative periods. There was no need for initiating intraoperative open surgery except one case. In one case, laparotomy was required due to bleeding on the 4th postoperative day. In six cases, superficial wound site infection developed. The mean duration of postoperative hospitalization was 3.8 ± 2.7 days (1-8 days). The mean follow-up period of our patients was 16.5 months. Conclusions: Laparoscopic urological surgeries are frequently preferred as minimally invasive procedures being technically well-defined, with good oncological and functional outcomes, as well as with short hospitalization periods and cosmetic advantages.

Amaç: Toxoplasma gondii dünya üzerinde pek çok canlı türünü enfekte eden ve insanlarda özellikleimmun sistemi baskılanmış hastalarda ölümle sonuçlanabilecek klinik tablolarayol açan bir protozoondur. Kanser hastalarında uygulanan kemoterapi veradyoterapi hem hücresel hem de humoral immun sistemi bozarak latent durumdabulunan T. gondii' ninreaktivasyonuna yol açmaktadır. Çalışmamızda, Sivas Cumhuriyet ÜniversitesiSağlık Hizmetleri Uygulama ve Araştırma Hastanesine başvuran ve kanser tedavisigören hastalarda T. gondiiseroprevalansının ELISA yöntemi ile belirlenmesi amaçlanmıştır.Yöntem: Çalışma, Cumhuriyet Üniversitesi SağlıkHizmetleri Uygulama ve Araştırma Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Polikliniğinebaşvuran, 18-80 yaş aralığında hastalar üzerinde yapılmış ve örneklem sayısı,100 kemoterapi alan kanser hastası ve 100 sağlıklı kontrol grubu kişidenoluşturulmuştur. Bu kişilerden alınan kan örneklerinde Toxoplasma IgG ve IgM antikorları ELISA yöntemi ilearaştırılmıştır.Bulgular: Çalışmamızda,Cumhuriyet Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Uygulama ve Araştırma Hastanesindekemoterapi alan 100 kanserli hastanın 60’ında (%60.0) IgG pozitifliği saptanmışolup, kontrol grubunun 27’sinde (%27.0) pozitiflik görülmüştür. Aralarındakifarklılık önemli bulunmuştur. Çalışmaya alınan kanser hastaları başlıca;akciğer, meme, mide, kolon, over kanserlerinden oluşmaktadır. Kanserlihastalarla kontrol grubunun her ikisinde de bir kişide (%1.0) IgM pozitifliğisaptanmış olup gruplar arası farklılık önemsiz bulunmuştur. Sonuç: Bağışıklıksistemi baskılanmış kanser hastalarında, bağışıklık sistemi normal olan bireylerdedaha nadir görülen toksoplazmoz gibi fırsatçı infeksiyonlara daha sıkrastlanmaktadır. Bu kişiler hem enfeksiyonlara daha yatkındır hem de daha öncegeçirilmiş olan toksoplazmozun reaktivasyon riski bu hastalarda daha yüksektir.Bu nedenle; bu hastaların belirli periyotlarla Toxoplasma açısındandeğerlendirilmeleri uygun olacaktır., Objective: Toxoplasma gondii is aprotozoon infecting many living species in the world and causing clinicalpictures that can end with death in humans, especially in patients with bluntedimmune system. Chemotherapy and radiotherapy administrations in cancer patientscause the reactivation of latent T. gondii by impairing both cellular andhumoral immune system. The purpose of this study is to determine theseroprevalences of anti-Toxoplasma IgG and IgM antibodies in patients who haveapplied to and received cancer treatment in the Health Services Research andApplication Hospital of Cumhuriyet University in SivasMethod: The study was conducted on thepatients aged between 18-80, who applied to the Radiation Oncology Polyclinicin the Health Services Research and Application Hospital of CumhuriyetUniversity and the sample consisted of 100 cancer patients receiving chemotherapyand 100 healthy people in the control group. Anti-Toxoplasma IgG andanti-Toxoplasma IgM antibodies were analyzed with the ELISA method in the bloodsamples taken from this peoples.Results: In our study, IgG positivity wasdetermined in 60 (60.0%) of the 100 cancer patients receiving chemotherapy inthe Health Services Research and Application Hospital of Cumhuriyet Universityand 27 (27.0%) of the control group. The difference between the groups wasfound to be significant. Cancer patients included in the study consisted ofespecially lung cancer, breast cancer, stomach cancer, colon cancer and ovariancancer patients. Evaluating the professional statuses of the 100 cancerpatients included in the study, 40 of the patients were determined to be housewivesand 36 patients were determined to be retired. The habit of feeding cats wasdetermined to be 30.9% in the same patient group with the survey conducted.Furthermore, 66% of the patients stated that they consumed raw meat. It wasdetermined that none of the patients received an organ transplant. IgMpositivity (1.0%) was determined in one individual in both the cancer patientsand the control group, and the difference between the groups was found to beinsignificant. Conclusions: Opportunistic infections liketoxoplasmosis are more frequent in cancer patients with the blunted immunesystem compared to individuals with the normal immune systems. Theseindividuals are more prone to infections and the risk of the reactivation oftoxoplasmosis experienced before is higher in these patients. Therefore, itwill be appropriate for these patients to be periodically evaluated in terms ofToxoplasma.

Bu durum çalışmasının amacı İnglizceyi yabancı dil olarak öğrenen öğrencilerin dinleme, konuşma ve sesletimlerinigeliştirmek için podkast kullanımına dair deneyimlerini araştırmayıamaçlamaktadır. Katılımcılar (S=8) bir akademik yıl boyunca ilgi duyduklarıgeniş bir yelpazede podkast dinlemişlerdir. Öğrencilerden her haftadinlediklerini bir yuvarlak masa tartışmasında tartışmaları veya sunumyapmalarını istenmiştir. Öğretmen de tartışmalara katılmış ve ders sonunda geribildirimde bulunmuştur. Veri toplamak amacıyla, katılımcılar ile bir odak grupgörüşmesi yapılmış ve görüşme dökümleri Nvivo v10 yazılımı ile üç aşamalı birkodlama yöntemi ile kodlanmış ve analiz edilmiştir. Odak grup görüşmelerininanalizinden elde edilen sonuçlar öğrencilerin podkast dinlemektenhoşlandıklarını; ancak dinledikleri hakkında konuşmayı sevmediklerini ortaya çıkarmıştır. Katılımcılar aynı zamanda podkast dinlemenin dinleme ve konuşma becerilerini geliştirmeye yardımcı olduğunu ifade etmişlerdir. Bu çalışmada araştırmacı; katılımcıların alışılagelmiş derslerden farklı bir dersin parçası olmalarının onlar için ne anlama geldiğini araştırmakta ve öğrencilerin çalışma alışkanlıklarını değiştirerek onları rahatlık bölgelerinden çıkarmaya çalışmanın anlamını tartışmaktadır., The goal of thiscase study was to explore intermediate EFL learners’ experiences of using shortpodcasts to improve their listening, speaking and pronunciation. Theparticipants (N=8) listened to podcasts about diverse topics of their interestthroughout an academic year. Each week they were instructed to present whatthey listened to in a round-table discussion or in presentations. Theinstructor took part in the discussions as well, providing feedback at the endof each session. For this study, a focus group interview was carried out withthe participants. The focus group interview was transcribed and coded in NVivov10 using a three-phase approach to coding. The analysis of the focus groupinterview revealed that the students were basically fond of listening topodcasts, but not talking about them; they also thought listening to podcastsprovided them with meaningful input and somehow helped improve their listeningand speaking skills. In this study, the researcher explored what it means forthem to be a part of a lesson that is basically different from mainstreamclasses and discuss the implications of getting students to move out of theircomfort zones by changing study habits.

Objective: The aim of this study was to compare the accuracy of five different radiographic methods for the detection of approximal caries on posterior teeth. Materials and Method: Seventy-two extracted posterior teeth with and without caries were studied. Intraoral bitewing radiographs were taken with film and a storage phosphor-plate system. Extraoral panoramic images were obtained by using the bitewing, orthogonal and standard programs of a digital panoramic radiography device. Images were evaluated by two observers. Intra- and inter-observer weighted-kappa coefficients were calculated. Scores obtained from the five techniques were compared against the histological gold standard using receiver operating characteristics (ROC) curve analysis. Az values for each image type were compared using z-test and the level of statistical significance was set at 0.05. Sensitivity, specificity and false-positive rates were calculated for each method. Results: Intra- and inter-observer agreement κ values were between 0.59-0.88 and 0.54-0.87, respectively. The Az value was greatest with conventional bitewing (0.760) and phosphor plate bitewing (0.756) and lowest with standard panoramic image program (0.639). The standard panoramic image program was significantly inferior to the other diagnostic methods (p

he Akgüney Cu-Pb-Zn deposit is a vein type hydrothermal Cu-Pb-Zn deposit in the Black Sea Region of Turkey. This deposit is hosted by Upper Cretaceous andesitic rocks. The deposit consists of seven veins with varying thicknesses in the investigated area. The primary mineral paragenesis includes pyrite, galena, chalcopyrite, sphalerite, fahlore, quartz and calcite. The ?34S values of sulfide minerals (pyrite, chalcopyrite, sphalerite and galena) range from -0.63 ‰ to 3.02 ‰, with an average of 1.22 ‰. These ?34S values and the calculated ?34SH2S values for H2S dissolved in hydrothermal fluids are suggesting a homogeneous magmatic source. The galena samples have 206Pb/204Pb ratios from 18.533 to 18.745, 207Pb/204Pb ratios from 15.633 to 15.657 and 208Pb/204Pb ratios from 38.710 to 38.772. These values suggest an orogenic source for lead., Akgüney Cu-Pb-Zn yatağı, Karadeniz Bölgesi’nde bulunan bir damar tipi hidrotermal Cu-Pb-Zn yatağıdır. Bu yatak, Üst Kretase yaşlı andezitik kayaçlar içinde bulunur. Yatak çeşitli kalınlıklarda yedi damardan oluşur. Birincil mineral parajenezi pirit, galenit, kalkopirit, sfalerit, fahlerz, kuvars ve kalsit içerir. Sülfürlü minerallerin (pirit, kalkopirit, sfalerit ve galenit) ?34S değerleri -0.63 ‰ ila 3.02 ‰ arasında değişmekte olup ortalama 1.22 ‰’dır. Hidrotermal çözelti içerisindeki H2S’in hesaplanan ?34SH2S değerleri ve sülfürlü minerallerin ?34S değerleri kükürtün kökeninin homojen bir magmatik kaynak olduğunu düşündürmektedir. Galenit örnekleri 206Pb/204Pb için 18.533-18.745, 207Pb/204Pb için 15.633-15.657 ve 208Pb/204Pb için 38.710-38.772 değerlerine sahiptir. Bu değerler kurşun için orojenik kökenli bir kaynak önermektedir.

In this study, it is aimed to search residues of enrofloxacin, doxycycline and tylosin which are widely used in poultry farming in fresh and packaged chicken meat samples taken from five brands being sold nationwide, through HPLC method. Enrofloxacin, doxycycline and tylosin levels in the samples of chicken meat were evaluated according to “The Regulation on Classification of Active Pharmacologic Substances that might be Available in Food of Animal Origin in Turkish Food Codex and Maximum Residue Limits” and international limits. Maximum residue limit (MRL) of enrofloxacin, doxycycline and tylosin in muscle tissues of chickens must be 100 µg/kg according to applicable regulations and international limits. It was found in totally 300 analyzed samples (whole chicken, drumstick and breast meat) that 11 (3.6%) of them had enrofloxacin, doxycycline and tylosin levels higher than MRL (between 100-150 µg/kg). Residue levels were less than allowed limits in other samples. Six (2%) of these 11 samples had enrofloxacin, 3 (1%) had doxycycline and 2 (0.6%) had tylosin residues. Since the results of this study showed that the majority of samples were lower than allowed limits, these results were considered as positive. However, as long as medicines do continue to be used for animals’ health, there will always be a risk of existence of medicine residues in food of animal origin. Many stakeholders have a role in preventing residue risk arising out of veterinary medicines and all these persons must pay necessary attention to residue purification duration, training programs and keeping regular records of animals., Bu çalışmada, kanatlı hayvan yetiştiriciliğinde yaygın olarak kullanılan enrofloksasin, doksisiklin ve tilosin kalıntılarının, satışa sunulan beş farklı ulusal firmaya ait paketlenmiş taze tavuk eti örneklerinde HPLC yöntemiyle araştırılması amaçlanmıştır. Tavuk eti örneklerindeki enrofloksasin, doksisiklin ve tilosin düzeyleri, “Türk Gıda Kodeksi Hayvansal Gıdalarda Bulunabilecek Farmakolojik Aktif Maddelerin Sınıflandırılması ve Maksimum Kalıntı Limitleri Yönetmeliği”ne ve uluslararası limitlere göre değerlendirilmiştir. İlgili yönetmelikte ve uluslararası limitlerde enrofloksasin, doksisiklin ve tilosin için tavuk kas dokuda maksimum kalıntı limiti (MKL) 100 µg/kg olarak verilmiştir. Analizi yapılan toplam 300 örneğin (bütün tavuk, but eti ve göğüs eti) 11 (%3.6)’inde farklı örneklerde ve düzeyde MKL üzerinde (100- 150 µg/kg arasında) enrofloksasin, doksisiklin ve tilosin bulunmuştur. Diğer örneklerde ise izin verilen limitlerin altında belirlenmiştir. Antibiyotik kalıntısı tespit edilen 11 örneğin 6 (%2)’sı enrofloksasin, 3 (%1)’ü doksisiklin ve 2 (%0.6)’si tilosin olarak saptanmıştır. Çalışmadan elde edilen sonuçların, büyük oranda izin verilen limitlerin altında kalması olumlu bir sonuç olarak değerlendirilmiştir. Ancak, hayvan sağlığı için ilaç kullanımı söz konusu olduğu sürece, hayvansal gıdalarda ilaç kalıntılarının bulunması riski muhtemeldir. Veteriner ilaçlarından ileri gelebilecek kalıntı riskinin önlenmesinde pek çok paydaşın rolü bulunmaktadır ve tüm ilgililer ilaç kalıntı arınma süresi, eğitim programları, hayvan kayıtlarının düzenli tutulması gibi konularda gereken hassasiyeti göstermelidir.

Loneliness that has spread rapidly today and has adversely affected the quality of life and happiness of people, has become one of the most important social problems especially in America and Europe. This fact led to the establishment of a ministry responsible for loneliness in England, and this research comprises loneliness as one of the main research topics, to comprehend the level of loneliness among university students who are representatives of a young generation in Turkey. This study was conducted on a 416 students sample from different faculties of the University of Ordu. In the questionnaire form; UCLA loneliness scale, religious coping and life satisfaction scales were used. In addition, questions were asked to determine the participants' perceptions of individual religiousness and social media use. As a result of analyzes made with SPSS statistical program; there is a negative relationship between perception of religiousness and loneliness, negative religious achievement, level of visibility in social media, and the number of social media in use; a positive relationship was found between religiousness and positive religious achievement. It has also been understood that the subjective perception of religiousness does not lead to a difference in gender but leads to a difference in life satisfaction. While a negative relationship between loneliness and positive religious coping, life satisfaction and messaging is detected, a positive satisfaction between life satisfaction and positive religious achievement, the negative relationship between negative religious coping and the presence of interaction was detected. This study is important in that many variables deal with each other and their interactions. © Published by Sivas Cumhuriyet üniversitesi, Ilahiyat Fakültesi.Günümüzde hizla yayilan, insanlarin hayat kalitesini ve mutluluğunu olumsuz olarak etkileyen yalnizlik, özellikle Amerika ve Avrupa'da en önemli toplumsal sorunlardan birine dönüşmüştür. I?ngiltere'de yalnizliktan sorumlu bakanlik kurulmasina kadar varan bu olgunun, Türkiye'de özellikle genç nesli temsil eden üniversite öğrencilerinde ne düzeyde olduğu, bu araştirmanin temel araştirma konularindan birini oluşturmaktadir. Bu araştirma, Ordu üniversitesinin değişik fakültelerinde öğrenim gören 416 öğrenci örneklemi üzerinde yürütülmüştür. Anket formunda; UCLA yalnizlik ölçeği, dini başa çikma ve hayat memnuniyeti ölçekleri kullanilmiştir. Ayrica katilimcilarin bireysel dindarlik algilari ve sosyal medya kullanim düzeylerini belirlemeye yönelik sorular oluşturulmuştur. SPSS istatistik programiyla yapilan analizler sonucunda; dindarlik algisi ile yalnizlik, olumsuz dini başa çikma, sosyal medyada görünürlük düzeyi ve kullanilan sosyal medya sayisi arasinda negatif yönde; dindarlikla olumlu dini başa çikma arasinda ise pozitif yönde bir ilişki tespit edilmiştir. Ayrica öznel dindarlik algisi cinsiyet üzerinde farkliliğa açmazken, hayat memnuniyeti üzerinde farkliliğa yol açtiği anlaşilmiştir. Yalnizlik ile olumlu dini başa çikma, hayat memnuniyeti ve mesajlaşma arasinda negatif yönde ilişki ve etkileşim tespit edilirken, hayat memnuniyeti ile olumlu dini başa çikma arasinda pozitif, olumsuz dini başa çikma arasinda negatif yönde ilişki ve etkileşimin varliği bulgulanmiştir. Bu çalişma birçok değişkenin birbiri ile ilişki ve etkileşimini ele almasi bakimindan önemlidir. © Published by Sivas Cumhuriyet üniversitesi, Ilahiyat Fakültesi.

WOS: 000432307500007, Objective: This study aimed to determine the frequency of HBV reactivation and the potential predictive factors in resolved hepatitis B virus (HBV) patients [hepatitis B surface antigen (HBsAg)-negative and antibody to hepatitis B core antigen (antiHBc)-positive patients] who received rituximab-containing chemotherapy for B-cell lymphoma. Materials and Methods: A retrospective examination was performed for HBV-related markers in 106 patients before and after receiving rituximab-containing chemotherapy for CD20-positive B-cell lymphoma. Results: Of the 106 patients with CD20-positive B-cell lymphoma who received rituximab-containing chemotherapy, 98 were HBsAg negative and 8 were HBsAg positive; among the 98 patients, 64 (65.7%) were anti-HBc negative and 34 (34.7%) were anti-HBc positive. Of the 34 CD20-positive B-cell lymphoma patients with resolved HBV infection who received rituximab-containing chemotherapy, 26 (76.5%) were anti-HBsAg antibody (anti-HBs) positive and 8 (23.5%) were anti-HBs negative. Of these 8 anti-HBs-negative patients, HBV reactivation occurred in 4 (50%) patients; no HBV reactivation was observed in any of the 26 anti-HBs-positive patients. Compared with the anti-HBs-positive patients, the rate of HBV reactivation in B-cell lymphoma patients who were anti-HBs negative and had resolved HBV infection revealed a highly significant relationship (p

Let R be a ??prime ring with characteristic not 2, U be a nonzero ??(?,?)?Lie ideal of R and d be a nonzero derivation of R. Suppose ?,? be two automorphisms of R such that ?d = d?,?d = d? and ? commutes with ?,?,d. In the present paper it is shown that if d2(U) = (0), then U ? Z.

A spacelike ruled surface in ?3 is obtained by moving a spacelike geodesic along a spacelike curve. In this paper, we have studied spacelike ruled surfaces in Hyperbolic 3-space ?3. We have also investigated the concepts striction point, striction curve and dispersion parameter of ruled surfaces in ?3., Bu makalede, ??? hiperbolik uzayında uzaysal dönel yüzeyler çalışılmıştır. ??? hiperbolik uzayında bir uzaysal dönel yüzey bir uzaysal doğrunun bir uzaysal eğri boyunca hareket ettirilmesi ile elde edilir. Bu çalışmada, ??? hiperbolik uzayında regle yüzeylerin boğaz noktası, boğaz eğrisi ve dağılma parametresi araştırılmıştır.

Background: In the present study, we aimed to present our experience about retrieval of foreign bodies over a 28-year period. Methods: We retrospectively analyzed the files of 22 patients (18 males, 4 females; mean age 34.9 years; range, 9 months to 80 years) who required removal of a foreign body from the tracheobronchial tree between April 1987 and December 2015. Results: A total of 72.7% of the study group were 10 years old or older. There was no history of aspiration in 37% of cases, most often in older patients. Of the 22 unusual foreign bodies, seven (31.8%) were aspirated through permanent tracheostomy. The strangest foreign bodies were grass inflorescences, an acacia thorn, and construction nail. The foreign bodies were removed by rigid bronchoscopy in 18 patients, while thoracotomy was performed in two patients, and pericardiotomy in one patient. No intervention was required in one patient. Conclusion: The elderly and patients with tracheostomies may aspirate unusual foreign bodies. Even if there is no history of aspiration, the differential diagnosis of c ough or dyspnea should include foreign body aspiration., Amaç: Bu yazıda 28 yıl boyunca yabancı cisim çıkarılmasına ilişkin deneyimimiz sunuldu. Çalış­ma­ planı:­ Nisan 1987 - Aralık 2015 tarihleri arasında trakeobronşiyal ağaçtan yabancı cisim çıkarılan 22 hastanın (18 erkek, 4 kadın; ort. yaş 34.9 yıl; dağılım, 9 ay-80 yıl) dosyası retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Çalışma grubumuzun %72.7’si 10 yaş ve üzeri idi. Olguların %37’sinde özellikle de yaşlı hastalarda, aspirasyon öyküsü yoktu. Tuhaf 22 yabancı cisimden yedisi (%31.8) kalıcı trakeostomide aspire edilmişti. En dikkat çekici yabancı cisimler pisipisi otu, akasya dikeni ve inşaat çivisi idi. Yabancı cisimler 18 hastada bronkoskopi ile çıkarılırken, iki hastaya torakotomi ve bir hastaya perikardiyotomi yapıldı. Bir hastada herhangi bir girişim gerekmedi. Sonuç:­ Yaşlı ve trakeostomili hastalarda tuhaf yabancı cisimler aspire edebilmektedir. Aspirasyon öyküsü olmasa dahi, öksürük ve dispnenin ayırıcı tanısında yabancı cisim aspirasyonu akla gelmelidir.

Objectives: The aim of this study was to compare the corrosion resistance of castable and fabrication magnetic attachments systems used in prosthetic rehabilitation. Material and Methods: For corrosion test, castable magnetic attachments containing 39.5% platinum, 59.75% iron and 0.75% niobyum by weight and fabricated magnetic attachment system, Hilop, with neodymium, iron and boron content were immersed in 1% lactic acid and 0,9% NaCI for 14 days (n:8). The released iron, platinum, neodimyum, boron and niobyum ions in the solutions from the samples were examined by inductively coupled plasma mass spectroscopy (ICP-MS) methods. Results: Iron was found the highest released element into the both solutions for all attachment systems and causing corrosion. In addition, castable magnetic attachment system was found to be the most resistant to corrosion in both environments. Conclusion: Coating with stainless steel makes the fabricated magnetic attachment system resistant to corrosion, but the high platinum content made the castable magnets more resistant to corrosion., Amaç: Bu çalışmanın amacı, protetik tedavilerde kullanılan döküm ve fabrikasyon manyetik ataşman sistemlerinin, korozyona karşı dirençlerinin incelenmesidir. Gereç ve Yöntem: Korozyon testi için, ağırlıkça %39,5 platin, %59,75 demir ve %0,75 niobyum içeren döküm manyetik ataşmanlar ile neodmiyum, demir ve boron içeriğe sahip fabrikasyon Hilop manyetik ataşman sistemleri, %1’ lik laktik asit ve %0,9’ luk NaCl solüsyon içerisinde 14 gün boyunca bekletilmiş (n:8). Örneklerden solüsyonlar içerisine salınan demir, platin, neodimyum, bor ve niobyum iyonlarının miktarı indüktif olarak eşleşmiş plazma kütle spektroskopi (ICP-MS) yöntemiyle tayin edilmiştir. Bulgular: Her iki manyetik ataşman sisteminde de en fazla solüsyon içerisine salınan ve korozyona neden olan element demir olarak tespit edilmiştir. Ayrıca her iki ortamda da döküm manyetik ataşman sistemi korozyona karşı en dirençli sistem olarak tespit edilmiştir. Sonuç: Paslanmaz çelik ile kaplama fabrikasyon manyetik ataşman sistemlerini korozyona karşı korusada döküm mıknatısların içeriğindeki yüksek orandaki platin malzemeyi korozyona karşı daha dirençli hale getirmiştir.

In this study, Ni(II) adsorption was examined with the biocomposite prepared with the immobilization of Candida utilis on chitosan polymer. The FTIR and SEM analyses of chitosan-Candida utilis biocomposite were carried out before and after adsorption of Ni (II) ions. For the Ni(II) adsorption by C. utilis immobilized on chitosan, the Ni(II) concentrations were changed in the concentration range of 10-100 mg/L. For the Ni(II) adsorption by C. utilis immobilized on chitosan, the optimum pH value was determined to be 4.0, and temperature was determined to be 25 0C. Under these experimental conditions, the maximum adsorbed amount of Ni(II) per unit weight of adsorbent was found to be 9.5 mg/g. The adsorption equilibrium data adjusted to the Langmuir isotherm model. The kinetic data were represented by the pseudo-first-order kinetic model. The enthalpy, entropy and Gibbs free energy changes were found to be -4.61 kj/mol, 1.97 j/mol, -10.48 kj/mol, respectively. With respect to the results obtained in this study, new chitosan-Candida utilis biocomposites will become an alternative for the removal of heavy metals from wastewaters., Bu çalışmada, kitosan polimeri üzerine Candida utilis’in tutuklanması ile hazırlanan biyokompozit ile Ni (II) adsorpsiyonu incelenmiştir. Kitosan-Candida utilis biyokompozitinin FTIR ve SEM analizleri Ni (II) iyonlarının adsorpsiyonundan önce ve sonra gerçekleştirildi. Kitosan üzerine tutuklanan C.utilis’in Ni (II) adsorpsiyonunda, Ni (II) konsantrasyonları 10-100 mg / L konsantrasyon aralığında değiştirilmiştir. Kitosan üzerine C.utilis’in Ni (II) adsorpsiyonu için ile elde edilen optimum pH değerinin 4.0 ve sıcaklık değerlerinin 25 ° C olduğu belirlenmiştir. Bu deney koşulları altında, adsorbanın maksimum adsorbe edilmiş Ni (II) miktarı 9.5 mg / g olarak bulunmuştur. Adsorpsiyon denge verileri Langmuir izoterm modeline uygun olduğu belirlenmiştir. Kinetik veriler, yalancı birinci dereceden kinetik modeline uygun olduğu tespit edilmiştir. Entalpi, entropi ve Gibbs serbest enerji değişimleri sırasıyla -4.61 kj / mol, 1.97 j / mol, -10.48 kj / mol olarak bulunmuştur. Bu çalışmada elde edilen sonuçlarla ilgili olarak, yeni chitosan-Candida utilis biyokompozitinin kullanımı, atıksularki ağır metallerin uzaklaştırılmasında bir alternatif haline gelecektir

WOS: 000429930000001, PubMed ID: 29900976, Objectives: This study aims to update 2011 Turkish League Against Rheumatism SpondyloArthritis Recommendations, and to compose a national expert opinion on management of axial spondyloarthritis under guidance of current guidelines, and implantation and dissemination of these international guidelines into our clinical practice. Materials and methods: A scientific committee of 28 experts consisting of 14 rheumatologists and 14 physical medicine and rehabilitation specialists (one of them also has an immunology PhD) was formed. The recommendations, systematic reviews, and meta-analyses including pharmacologic and non-pharmacologic treatment were scrutinized paying special attention with convenient key words. The draft of Turkish League Against Rheumatism opinion whose roof consisted of international treatment recommendations, particularly the Assessment of SpondyloArthritis International Society/European League Against Rheumatism recommendations was composed. Assessment of level of agreement with opinions by task force members was established through the Delphi technique. Voting using a numerical rating scale assessed the strength of each recommendation. Results: Panel compromised on five basic principles and 13 recommendations including pharmacological and nonpharmacological methods. All of the recommendations had adequate strength. Conclusion: Turkish League Against Rheumatism expert opinion for the management of axial spondyloArthritis was developed based on scientific evidence. These recommendations will be updated regularly in accordance with current developments.

Lipases are widely distributed in nature and catalyze the hydrolysis of mono, di and tri acyl glycerols to liberate free fatty acids and glycerol. Various microorganisms produce lipases either alone or together with esterase. Lipases form an important group of relevant enzymes and they were used in a variety of biotechnological fields such as food, pharmaceutical, detergent, textile and cosmetic industries. Lipases from lactic acid bacteria may contribute in the development of flavors in foods especially meat products. The goal of the present study is to investigate the ability to produce lipolytic enzymes lactic acid bacteria strains, which is selected as potential probiotics and isolated on pastırma samples in our laboratory to determinate the possibilities of using as starter cultures in pastırma production. Lipolytic activity of lactic acid bacteria isolated from pastırma has not been investigated up to now. The plate assay is performed to screening lipolytic activity of lactic acid bacteria isolates. In the study, three different growth medium tried and each medium contain tributyrin as a substrate. Using these methods, 50 strains of lactic acid bacteria isolated from Turkish pastırma are screened for the presence of lipolytic activity. Because of the analysis, the lipolytic activity is observed in 25 tested strains. Lactobacillus plantarum have highest lipolytic activity., Lipazlar doğada yaygın olarak bulunmaktadır ve mono, di, tri asil giliserollerin serbest yağ asitleri ve gliserole hidrolizini katalizlemektedirler. Çeşitli mikroorganizmalar lipazları tek başına ya da esterazlar ile birlikte üretmektedirler. Lipazlar ilgili enzimlerin önemli bir grubunu oluşturmaktadır ve gıda, ilaç, deterjan, tekstil ve kozmetik endüstrisi gibi çeşitli biyoteknolojik alanlarda kullanılmaktadırlar. Laktik asit bakteri lipazları gıdalarda özellikle de et ürünlerinde lezzet gelişimine katkı sağlayabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, pastırma üretiminde starter kültür olarak kullanımlarını belirlemek için laboratuvarımızda pastırma örneklerinden izole edilmiş ve potansiyel probiyotik olarak seçilmiş laktik asit bakteri strainlerinin lipolitik enzimleri üretme yeteneklerini incelemektir. Pastırmadan izole edilen laktik asit bakterilerinin lipolitik aktivitesi şimdiye kadar araştırılmamıştır. Laktik asit bakteri izolatlarının lipolitik aktivitesinin taranması için plate analizleri gerçekleştirilmiştir. Çalışmada, 3 farklı gelişim ortamı denenmiştir ve her gelişim ortamı substrat olarak tributrin içermektedir. Bu yöntemler kullanılarak pastırmadan izole edilen 50 laktik asit bakteri straini lipolitik aktivite açısından taranmıştır. Analizler sonucunda 25 test straininde lipolitik aktivite gözlemlenmiştir. Lactobacillus plantarum en yüksek lipolitik aktiviteye sahiptir

Çalışmamızda, sıçanlara enjekte edilen oksitosin, oksitosin reseptör antagonisti atosiban ve oksitosinatosiban hormonlarının, sıçanların kalp dokusunda karbonik anhidraz (CA) ve asetilkolinesteraz (AChE) enzim aktivitelerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır.Bu amaçla, toplam 24 adet sıçandan oluşan dört farklı grup (n=6) oluşturuldu. (Kontrol grubu, oksitosin verilen grup, atosiban verilen grup ve oksitosin ile atosiban'ın birlikte verildiği grup). Sıçanlara kimyasallar intraperitoneal olarak enjekte edildikten 60 dakika sonra sıçanlar nekropsiye alındı. Sıçanların kalp dokuları çıkarıldı. Elde edilen her bir enzim için aktivite değerleri istatistiksel olarak hesaplandı.Buna göre sıçanların kalp dokusunda karbonik anhidraz enzim aktivitesi oksitosin ve atosiban verilen gruplarda azalışa neden olurken, oksitosin ile atosibanın birlikte verildiği grupta ise azalmanın diğerlerine nispeten daha az olduğu görüldü. Oksitosin ve atosiban verilen gruplarda asetilkolinesteraz aktivitesinde görülen azalma, oksitosin ve atosiban'ın birlikte verildiği grupta gözlenmedi, In our study, it was aimed to investigate the effects of oxytocin, oxytocin receptor antagonist atosiban and oxytocin-atosiban injected to rats on carbonic anhydrase (CA) and acetylcholinesterase (AChE) enzyme activities in the heart of rats. For this purpose, four different groups (n = 6) consisting of a total of 24 rats, were formed. (Control group, oxytocin treated group, atosiban treated group, and oxytocin and atosiban combination treated group). The rats were necropsied after 60 minute intraperitoneal injection of the chemicals into the rats. Cardiac tissue of rats was removed. The enzyme activity averages of the groups are statistically compared. According to this, while the activity of carbonic anhydrase enzyme in heart tissue of rats decreases in oxytocin and atosiban given groups, in the combination group with oxytocin and atosiban it was seen that the reduction was relatively less according to the others. Acetylcholinesterase activity decreases in both groups of oxytocin and atosiban which given groups did not show any significant change in the group in which oxytocin and atosiban were given together

This study was conducted to determine the effect of diets containing different levels of thyme essential oil (Thymus vulgaris) on antioxidative metabolism in breast meat of quails. A total of 200 sixteen-day-old Japanese quails (Coturnix coturnix japonica) were used in this study. Animals were divided into four groups with five replicates of 10 animals each; control group was fed only basal diet but 150, 300 and 450 mg/kg thyme essential oil were added to diet of groups thyme 1, thyme 2 and thyme 3, respectively. At the end of the study, ten quails were selected randomly from every group and decapitated. The analyses were made on their breast meat. In thyme groups, glutathione peroxidase (GSH-Px) activity was significantly higher than the control group (P, Bu çalışmada, bıldırcın rasyonuna katılan farklı miktarlardaki kekik esansiyel yağının göğüs etinde antioksidan metabolizma üzerine etkisi araştırıldı. Çalışmada toplam 200 adet 16 günlük yaşta Japon bıldırcını (Coturnix coturnix japonica) kullanıldı. Hayvanlar, kontrol, kekik 1, kekik 2 ve kekik 3 olmak üzere dört gruba, her grup ta her birinde 10 hayvan olacak şekilde beş alt gruba ayrıldı. Gruplara sırasıyla bazal rasyona ilave olarak 0, 150, 300 ve 450 mg/kg kekik esansiyel yağı katıldı. Çalışmanın sonunda her gruptan rastgele seçilen 10 adet bıldırcın kesilerek göğüs etinde analiz yapıldı. Kekik esansiyel yağı uygulanan gruplarda Glutatyon peroksidaz (GSH-Px) aktivitesi kontrol grubuna göre önemli oranda yüksek bulundu (P

WOS: 000436137800011, Objective: The objective of this study was to evaluate the antimicrobial activity of different power settings of potassium-titanylphosphate (KTP) laser in experimentally infected root canals. Methods: A total of 119 freshly extracted human single-rooted teeth with mature apices were selected for study. After preparation and sterilization, the specimens were inoculated with 15 mu L Enterococcus faecalis for 24 hours at 37 degrees C. The contaminated roots were divided into five experimental groups (1W, 1.5W, 2W, 3W, and 4W KTP laser), one negative control [sodium hypoclorite (NaOCl)] group, and one positive control [sterile saline (SF)] group of 17 teeth each. Before and after applications in the groups, samples retrieved with sterile paper points from the root canal were transferred to tubes containing 5 mL of the brain heart infusion broth. Next, 10 mu L of these suspensions were placed at two different sides of the blood agar medium. Bacterial reduction was counted according to the colony-forming units and data were statistically analyzed using the Kruskal-Wallis and Tukey's tests. Results: The maximum decrease occurred in the 2.5% NaOCl (100%+/- 0.00%) group. This decrease was followed by decreases in the following KTP laser groups: 4W (94.26%), 3W (87.98%), 2W (77.43%), SF (68.80%), 1.5W (65.89%), and 1W (52.08%). Statistically, the difference between the 1W KTP laser group and all groups and the difference between the 2.5% NaOCl group and all groups, except the 4W KTP laser group, were found to be significant (p, Cumhuriyet University Scientific Research Project Coordination Center, Sivas, Turkey [96], This study was supported by a grant given by Cumhuriyet University Scientific Research Project Coordination Center, Sivas, Turkey (Number of protocol 96).

Let R be a 2-torsion free semiprime ring, U a noncentral square-closed Lie ideal of R. A map F:R?R is called a generalized derivations if there exists a derivation d:R?R such that F(xy) = F(x)y + xd(y) for all x,y?R. In the present paper, we shall prove that h is commuting map on U if any one of the following holds: i) F(u)u = ±uG(u), ii) [F(u),v] = ±[u,G(v)], iii) F(u)?v = ±u?G(v), iv) [F(u),v] = ±u?G(v), v) F([u,v]) = [F(u),v] + [d(v),u] for all u,v?U, where G:R?R is a generalized derivation associated with the derivation h:R?R., R, 2-torsion free bir yarıasal halka ve U, R halkasının bir merkez tarafından kapsanılmayan kare-kapalı Lie ideali olsun. Eğer her x,y?R için F(xy) = F(x)y + xd(y), koşulunu sağlayan bir d:R?R türevi varsa F dönüşümüne R halkasının d ile belirlenmiş bir genelleştirilmiş türevi denir. Bu çalışmada, aşağıdaki koşullardan biri sağlanırsa d dönüşümünün U üzerinde komüting dönüşüm olduğu gösterilecektir: i) F(u)u = ±uG(u), ii) [F(u),v] = ±[u,G(v)], iii) F(u)?v = ±u?G(v), iv) [F(u),v] = ±u?G(v), v) F([u,v]) = [F(u),v] + [d(v),u]. Burada G:R?R dönüşümü h:R?R türevi ile belirlenmiş bir genelleştirilmiş türevdir.

WOS: 000435672000003, PubMed ID: 30207568, Objectives: This study aims to estimate the prevalence of rheumatoid arthritis (RA) and spondyloarthritis (SpA) in Turkey using the same telephone questionnaire developed for screening RA and SpA in France and used in Serbia and Lithuania. Material and methods: The study was performed in two steps. In step I, the French questionnaire was translated into Turkish and validated through a group of 200 patients (80 males, 120 females; mean age 44.0 +/- 13.1 years; range, 19 to 75 years) followed up at the rheumatology departments of University Hospitals in Antalya and Ankara. In step II, the validated Turkish questionnaire was administered face-to-face to randomly selected 4,012 subjects (1,670 males, 2,342 females; mean age 41.5 +/- 16.8 years; range, 16 to 97 years) by trained general practitioners across the country, in 25 provinces for case detection. The subjects who were suspected of having RA or SpA in accordance with the questionnaire were invited to the nearest university hospital for rheumatologic examination in order to confirm the diagnosis. Results: In step II, a total of 25 subjects (2 males, 23 females) were diagnosed as RA. The standardized RA prevalence for the general population of Turkey was calculated as 0.56% (95% confidence interval [CI]; 0.33-0.79), 0.10% (95% CI; -0.05-0.25) for males and 0.89% (95% CI; 0.51-1.27) for females. A total of 18 subjects (3 males, 15 females) were diagnosed as SpA. The standardized SpA prevalence for the general population of Turkey was 0.46% (95% CI; 0.25-0.67), 0.17% (95% CI; -0.03-0.37) for males and 0.65% (95% CI; 0.32-0.98) for females. The prevalence of RA was highest in the Northern region (2.00%) and the prevalence of SpA was highest in the Central region (1.49%). Conclusion: The prevalences of RA and SpA in Turkey are close to each other and there are significant inter-regional variations in prevalences of both RA and SpA., Sanofi Health Products Company, Turkey, This survey was supported with an unconditional Grant to Turkish League Against Rheumatism from Sanofi Health Products Company (former Aventis), Turkey. The secretary expenses was covered by EULAR Standing Committee on Epidemiology and Health Services Research.

WOS: 000432307500004, Objective: We aimed to compare the efficacies of laminaria, vaginal misoprostol, and mechanical dilator applications before surgical intervention with regard to the optimal cervical dilation and severity of pain in first-trimester pregnant women with missed abortion. Materials and Methods: The prospective study included a total of 103 patients with a diagnosis of missed abortion in the sixth-tenth gestational week randomly divided into 3 groups of 400 pg vaginal misoprostol. luminaria. or mechanical dilator applications for the dilation of the cervix before surgical intervention. The effects of laminaria and vaginal misoprostol on the cervical ripening for surgical intervention were evaluated using the Hegar test. Visual analog scale (VAS) values were evaluated during the first application, throughout the period of their applications, and after the surgical intervention. Results: The cervical dilation was found to be similar in the laminaria and vaginal application groups (p=0.64). During the first application. laminaria caused more pain than misoprostol but the difference was not statistically significant (p=0.28). Throughout the period of application and after the surgical intervention. although there was less pain with respect to VAS values after laminaria application. this was not statistically significant (p=0.11). The VAS values after the surgical intervention was determined to be statistically higher after mechanical dilatation compared to other procedures (p=0.001). Conclusion: Laminaria provides cervical preparedness similar to intracervical misoprostol without increasing the side effects in the management of first-trimester pregnant women with missed abortion.

WOS: 000428721400001, Prediction of a heart attack is very important since it is one of the leading causes of sudden death, especially in low-income countries. Although cardiologists use traditional clinical methods such as electrocardiography and blood tests for heart attack prediction, computer aided diagnosis systems that use machine learning methods are also in use for this task. In this study, we used machine learning and feature selection algorithms together. Our aim is to determine the best machine learning method and the best feature selection algorithm to predict heart attacks. For this purpose, many machine learning methods with optimum parameters and several feature selection methods were used and evaluated on the Statlog (Heart) dataset. According to the experimental results, the best machine learning algorithm is the support vector machine algorithm with the linear kernel, while the best feature selection algorithm is the reliefF method. This pair gave the highest accuracy value of 84.81%.

WOS:000435672000002, PubMed ID: 30207576, Objectives: This study aims to establish the first national treatment recommendations by the Turkish League Against Rheumatism (TLAR) for psoriatic arthritis (PsA) based on the current evidence. Materials and methods: A systematic literature review was performed regarding the management of PsA. The TLAR expert committee consisted of 13 rheumatologists and 12 physical medicine and rehabilitation specialists experienced in the treatment and care of patients with PsA from 22 centers. The TLAR recommendations were built on those of European League Against Rheumatism (EULAR) 2015. Levels of evidence and agreement were determined. Results: Recommendations included five overarching principles and 13 recommendations covering therapies for PsA, particularly focusing on musculoskeletal involvement. Level of agreement was greater than eight for each item. Conclusion: This is the first paper that summarizes the recommendations of TLAR as regards the treatment of PsA. We believe that this paper provides Turkish physicians dealing with PsA patients a practical guide in their routine clinical practice.

WOS: 000429627800012, PubMed ID: 29424733, Objective: Cardiovascular diseases are the most important cause of mortality worldwide, particularly atherosclerosis. Recently, lncRNAs affecting atherosclerotic progression have been reported in vascular smooth muscle cells, endothelial cells, and monocytes, suggesting that lncRNAs play an important role in atherosclerosis. Methods: In recent clinical studies, nowadays, it was determined that internal mammary bypass grafts are closest to ideal grafts in coronary artery bypass surgery. In this study, we used tissue samples taken from atherosclerotic coronary arteries and the internal mammary artery (IMA) during coronary artery bypass surgery. Using RT-PCR, we investigated the role of two lncRNAs, FENDRR and LincRNA-p21, by comparing their expression levels in coronary artery plaques and normal mammary arteries of 20 atherosclerotic patients. Results: We found that the FENDRR and LincRNA-p21 expressions decreased by approximately 2 and 7 fold in coronary artery plaques, respectively, compared with those in IMA, which is known to have no plaque development. Conclusion: This study was the first to use mammary artery tissues of the same patients as a control and to study FENDRR expression. Our data may provide helpful insights regarding the association of lncRNAs and atherosclerosis.

In this study, the effect of graphene nanoplatelets reinforcement on the flexural strength of Eglass/ epoxy laminated composite material was investigated experimentally. [0?/90?]3S oriented composite materials with and without graphene nanoplatelets reinforcement were manufactured by using hand lay-up and vacuum bagging method. Graphene nanoplatelets at three different ratios (0.25, 0.5 and 1 wt.%) were added to the epoxy. The produced plates were cut with a water jet cutting machine to obtain three-point bending specimens. Then, three-point bending tests were performed according to the ASTM D790 standard. The span between the centers of support cylinders/composite specimen thickness ratio (s/t) was selected as 16 in all the tests. Results indicate that the addition of graphene nanoplatelets to the epoxy matrix increased the flexural strength of the laminated composite material. When the graphene nanoplatelets at ratios of 0.25, 0.5 and 1 wt.% were added to the epoxy matrix, the flexural strengths increased by 4.32%, 12.88% and 7.03% respectively., Bu çalışmada grafen nanopul takviyesinin E-cam lifi/epoksi tabakalı kompozit malzemenin esneklik mukavemeti üzerine etkisi deneysel olarak araştırılmıştır. Grafen nanopul takviyeli ve takviyesiz, [0o/90o]3S fiber oryantasyonuna sahip kompozit malzemeler el yatırma ve vakum torbalama yöntemiyle imal edilmiştir. Epoksi içerisine ağırlıkça üç farklı oranda (% 0.25, 0.5 ve 1) grafen nanopul eklenmiştir. Üretimi yapılan plakalar su jeti kesme makinasıyla kesilerek üç nokta eğme test numuneleri elde edilmiştir. Daha sonra ASTM D790 standardına göre üç nokta eğme testleri yapılmıştır. Destek silindirlerinin merkezleri arasındaki mesafe/kompozit numune kalınlığı oranı (s/t) tüm testlerde 16 olarak seçilmiştir. Elde edilen sonuçlara göre epoksi matris içerisine grafen nanopul eklenmesi, tabakalı kompozit malzemenin esneklik mukavemetini artırmıştır. Epoksi matris içerisine ağırlıkça % 0.25, 0.5 ve 1 oranlarında grafen nanopul katıldığında esneklik mukavemetinde sırasıyla % 4.32, 12.88 ve 7.03’lük bir artış olmuştur.

Objectives: Dental implant is the reconstructive material that supports prosthetic restoration when one or more teeth is missing. Bone healing around the implant and factors that affect the bone healing affects osseointegration. Recent studies show that, free radicals are among the factors that affect the bone healing. Propolis has an antioxidant nature and effects on accelerating the bone formation, wound healing and increasing the bone density. This study is planned presuming propolis could have a positive effect on healing by reducing the free radical levels through antioxidant activity after implantation.. Materials and Methods: 24 New Zealand white rabbits were used in the study. Animals were divided into 3 groups, each consisting of 8 rabbits. In all groups, implants were placed into the proximal region of tibia unilaterally. In the control group, only the dental implant was placed in the prepared slot. Propolis solution [dissolved in dimethyl sulfoxide (DMSO) and diluted with saline] was applied to slots before placing the implants on local group. In the systemic group, propolis solution was given to rabbits every day after implantation by oral gavage. Before sacrificing the rabbits on 28 th day, 5 cc of blood was taken from each rabbit to investigate Vitamin D, calcium, phosphor and antioxidant enzyme values. Results: SOD (superoxide dismutase) activity was increased in both propolis groups compared to control group, but it was not statistically significant. Catalase level of the systemic group was found to be significantly higher. MDA (malondialdehyde) level in serum, which indicates lipid peroxidation, was significantly lower in both propolis groups compared to control group. Reduced GSH (glutathione) concentration in granulation tissue was increased in rabbit groups treated with propolis compared to control group. There were no significant differences in calcium and phosphorus values, however it can be said that there is a significant increase in vitamin D amount of local and systemic groups. Conclusion: Changes in CAT, GPx and MDA levels in propolis treated groups indicate that propolis reduces oxidative stress. Observation of an increase in the level of vitamin D shows better healing of the implanted bones (especially with systemic administration) when propolis was administered., Giriş: Dental implant eksik bir veya birden fazla dişin rekonstrüksiyonunda protetik restorasyona destek olan yapı için kullanılan ifadedir. İmplant çevresinde gerçekleşen kemik iyileşmesi ve kemik iyileşmesine etki eden faktörler osseointegrasyonu etkiler. Son yıllarda yapılan çalışmalar, kemik iyileşmesi üzerine etkili olan faktörler arasında serbest radikallerin de bulunduğunu göstermektedir. Propolisin antioksidan, kemik formasyonunu ve yara iyileşmesini hızlandırıcı, ayrıca kemik densitesini arttırıcı etkisi bulunmaktadır. Bu çalışma propolisin, implant uygulaması sonrası antioksidan aktivitesi sayesinde serbest radikal oranını azaltarak, iyileşmeye olumlu etki edebileceği düşünülerek planlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmada toplam 24 adet Yeni Zelanda tavşanı kullanılmıştır. Çalışma 8’er tavşan içeren 3 gruptan oluşmuştur. Tüm gruplarda implantlar tibia proksimal metafiz bölgesine unilateral olarak yerleştirilmiştir. Kontrol grubunda hazırlanan yuvaya sadece dental implant yerleştirilmiştir. Lokal grupta hazırlanan yuvaya solüsyon halindeki propolis [dimetilsülfoksitte çözülmüş (DMSO) ve serum fizyolojik ile seyreltilmiş] uygulanarak dental implant yerleştirilmiştir. Sistemik grupta ise implantasyon sonrası her gün tavşanlara propolis solüsyonu oral gavaj ile verilmiştir. Deneyin 28. gününde, sakrifikasyondan önce tavşanlardan 5’er cc kan alınarak vitamin D, kalsiyum, fosfor ve antioksidan enzim seviyeleri ölçülmüştür. Bulgular: Her iki propolis grubunda da kontrol grubuna göre SOD (süperoksit dismutaz) aktivitesinde artış görülmüştür, ancak bu artış istatistiksel olarak anlamlı değildir. Sistemik grubun CAT (katalaz) seviyesi önemli derecede yüksek bulunmuştur. Lipid peroksidasyonunu gösteren serumdaki MDA (malondialdehit) seviyesi, her iki propolis grubunda kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük izlenmiştir. Granülasyon dokusundaki azalmış GSH (glutatyon) konsantrasyonu propolis uygulanan gruplarda kontrol grubuna kıyasla artmış bulunmuştur. Kalsiyum ve fosfor değerlerinde önemli bir farklılık bulunmamakla birlikte, lokal ve sistemik grupta D vitamininde belirgin bir artış olduğu görülmüştür. Sonuç: Propolis uygulanan gruplardaki CAT, GSH ve MDA düzeylerindeki değişiklikler propolisin oksidatif stresi azalttığını gösterir. D vitamini seviyesinde artış izlenmesiyle de implante edilen kemikler arasında propolis uygulananlarda (özellikle sistemik uygulama ile) iyileşmenin daha iyi olduğu sonucuna varılmıştır.

The low thermal conductivities of organic phase-change materials must be increased so that they can be used effectively in practice. In this work, it is aimed to enhance the thermal conductivity of PCM by adding nanoparticles into PCM. The effect of used nanoparticle type, size and shape on the thermal properties such as thermal conductivity, latent heat, melting / solidification temperatures has been systematically investigated. The thermal conductivity enhancement of composites doped with carbon based nanoparticle were found to be higher than that of the composites doped with metal oxide nanoparticles. 154.9% improvement was achieved in the thermal conductivity of the phase change material composite doped with 5% GNP. It has been observed that there is no significant change in melting/ solidification temperatures (, Yüksek enerji depolama kapasitesine sahip organik faz değiştiren malzemelerin uygulamada etkin bir biçimde kullanılabilmeleri için düşük ısıl iletkenliklerinin iyileştirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmada organik bir faz değiştiren malzeme içerisine nanoparçacıklar katkılanarak ısıl iletkenliğin iyileştirilmesi amaçlanmıştır. Kullanılan nanoparçacıkların tip, boyut ve şeklinin, termal özellikler (ısıl iletkenlik, gizli ısılar, erime/katılaşma sıcaklıkları) üzerindeki etkisi sistematik olarak incelenmiştir. Karbon tabanlı nanoparçacık katkılanan organik faz değiştiren malzemelerin ısıl iletkenliklerinde görülen iyileşmenin metal tabanlı nanoparçacık katkılanan faz değiştiren malzemelere göre önemli derecede daha yüksek olduğu belirlenmiştir. %5 GNP katkılanan faz değiştiren malzeme kompozitinin ısıl iletkenliğinde %154.9 iyileşme sağlanmıştır. Katkılanan metal oksit veya karbon tabanlı nanoparçacık bölüntüsüne bağlı olarak erime/katılaşma sıcaklıklarında önemli bir değişim olmadığı (